ÜMİT MECMUASI
Ramazan Nüshayı Fevkelâdesi
Müdürü: Tarık Mümtaz
2.nci Sayı
Ayda bir defa neşrolunur, Mecmuayı edebiyedir.


GALATASARAY MÜSAMERESİ

Ferhunde ile Necdet’in Muhterem Ebeveynine;
Tahassürle beklediğimiz insanlığın en hakiki bir timsali olan Fikret’in o gürültülü Meşrutiyet seneleri esnasında mübarek elleriyle süslediği ve necib ruhunun bütün hararetiyle ısıttığı muhteşem mektepte, bilmem kaçıncı müsamerelerden biri veriliyordu.

Yabancı hamiyet şeytani vatanseverlik ve fıkracı teessür bezgin ruhlarımızı nasıl isyana tahrik ediyorsa, faydasız ve çok zararlı maksatlara alet edilen müsamere kelimesi de her nedense halka o kadar fena bir yılgınlık getirmiş. Hatta biz bile müsabakamızı hasrettiğimiz bu çok müfide müsamereye ait dâvet kartları üzerindeki birkaç satırı okurken, hiçbir şey anlayamamış ve bu yılgınlık tesiriyle dudağımızı bükmüştük.

Bir günahın itirafı kabilinden bu satırları yazerken, derhal vedâ etmek mecburiyetinde bulunduğumuz sakim an’anemizi, hodbin bir âdetimizi ehemmiyetle kaydetmeyi ihmali hiç câyiz olmayan bir vazife biliyorum. Fazilet rütbesinden, dehâ pâyesinden hiç haberdar olmayan muhafazakâr bir zümre var. Bunlar şahsiyetleri, ya gazete sütunlarında haklı, haksız ihraz ettikleri şöhretleriyle, yahut isimlerinin evvelinde sıralanan resmî tarifat edebiyatının mutantan elkabiyle tanımak istiyor. Halbuki, o küçük müsamere şartları üzerinde beyhude yere aranan bu şeylere bedel, bugün nefis bir mısra mâhiyetini alan sade bir cümle sunuyordu: İki Türk kardeşin müsameresi…

Devlet Salnâmesinde ismi ve gazetelerde resmi bulunmamaktan başka kabahati olmayan bu zavallı yavrularla bütün hayatını bu bir çift parlak dehaya vakfeden pederleri isyan ve infialini en menfur bir teşebbüs halinde izhara kadar vardıran o hodgâm zihniyet karşısında isimsizliğin, tevâzuün ne elim bir işkencesini çektiler, ne azaplı ve heyecanlı dakikalarını yaşadılar bilseniz!

Fakat buna rağmen Fikret’in:
Senden kopar, koparsa bu boşlukta …………… diye, o ateşli hak sesini beklediği mektebinin havası ve bu günkü hayrülhalefinin cephesi kadar geniş olan ruhu o muhteris çehreyi mânevi bir sille gibi çarptı ve günün en samimi hatıralarından biri olarak yâd edeceğimiz bu müsamere başından sonuna kadar heyecan ve …… arasında ve hür bir hava içinde ikmal edildi.

Bu minimini dehâları bilerek, bilmiyerek rencide edenler için eminiz ki zaman, zamanı vec hâline gelen o fikri mahşerin azameti kadar şedid bir cezâ tasavvur olunamaz. Onlar sırf yukarıda kaydettiğimiz fikri mütalâalar sevkiyle, bu günü men’etmek istiyorlardı. Halbuki bu hareketleriyle hayırlı bir güneşin inhisafını temenni ettiklerinden haberdar mıydılar acaba?

Fikret’in büyük ruhunun neş’e ile aramızda dolaştığı o gün “iki Türk kardeş” diye dudaklarımızı büktüğümüz Ferhundeyle Necdet, bizi tanımayanlara Türk semâsının meçhul ufuklarından birini daha gösterdi. Hem delen muannid ama görmezlik ile mâkul olanların bile gözlerini kamaştıracak bir şâşâa ile… Müsâmereye sahne olan o büyük salon Türk tarihinin en mukaddes kahramanları olan ….. Osman Hançelari Kerâmı, memleketin yüzlerce münevver evlâdı ve birçok misafirlerle dolmuş ve tarihi bir mâhiyet iktisab etmişti. Nihâyet de lâl renkli gümran bir ıslıkla dolan sahne güneşin doğduğu ufuklara âyit bir parça ve perdede bunun üzerine çekilmiş siyah bir yağmur bulutu gibiydi. Sedid bir merak ve tecessüsle beklenen ân geldi ve o siyah perde sıyrıldığı zaman bunaltıcı bir ziya yağmuru altında şaşalayan iki yavru göründü. İşte “iki Türk kardeş” bunlardı. Büyüğü henüz onbir yaşına girmemiş olan bu güzel çocukların alnında dehanın en parlak nurları vardı. Çocukluğun en yaramaz bir devrinde bulunan bu kardeşleri görünce insana hemen koşuşup oynamaya başlayacakları zannı geliyordu. Halbuki onlar bu yolu çoktan geçmişler ve bu vakitsiz kemâle belki de ezelden ermişlerdi.

Almanların “Wunderkind” vunderkind dediği bu hayret verici çocukların huzuru bize o kadar mânevi bir huşuğ verdi ki bilâ ihtiyar toplandık ve ruhâni bir merâsim karşısında bulunur gibi göğsümüzü kavuşturmak için garip bir mecburiyet his ettik. Etrafımızda cereyan eden hâdiselere hiç benzemeyen bu haller acebâ dehâya ait emâreler miydi?

Pugmani, Bach, Paganini, Schuman, Hubay gibi Garp ustâzede musikisinin en müşkül eserlerini bir üstad itimad ve çalâkisiyle çalan bu çocukların musikiydeki kudretini selâhiyet ve behremizin hâricinde olduğu için maatteesüf lâyık olduğu kadar tasvir edemeyeceğiz. Bize bu müsâmerede terbiyeye ve ruha taalluk eden bâzı şeyler var ki onları duyduğumuz ve gördüğümüz gibi samimiyetle naklediyoruz.

Birgün Darülfünun kubbesi altında terennum ettiği ilâhi bir hutbe ile beşbin Türk vatanperverini çıldırtan, heyecanın maverâlarına sürükleyen fırak …. Teessürünü ………… bu müsameredeki heyecanı görseyti çok samimi bir aşkla sevdiği vatanı namına eminim ki bu çocukların mazhariyetine gıptelerle sevinirdi. Çünki heyecanın günah sayıldığı bu diyarda üstaddan sonra o tatlı cüşeşi ilk defa olarak bu iki yavru husule getiriyordu. Her iki müsamerenin de hâmileri bulunan Veliahtı saltanat hazretleri gibi Semayı nefise ve musikide çok salahiyetdar olan bir zât’i mübeccelin çocuklarla fevkalâde alâkadar görünmeleri ve konserin sonuna kadar ehemmiyetle meşgul olmaları bu müsamere hakkındaki ihtisasımızın samimiyetini ne canlı te’yid ediyordu. Müşarülileyh hazretleri “Kara bir gün” muharriri eherinin hutbesini dinlerken nasılsa, Ferhunde ile Necdet’in karşısında da o kadar müteheyyiçti. Başlı başına tetkik ve tetetbü’ü terbiye üstadlarının uhdesine tesettüb eden mühim bir vazife olan bu çocuklara karşı fahri kardeşleri olan Darülfünun medresesinin kadirşinas derneği bir buket hediye etmek suretiyle vazifesini yaptı.

Bende, kesif bir ……. Ortasında yüzlerce suale cevap veren ve her taraftan yağan takdirlere murakebele eden bu terbiyeli çocukları göğsüm iftiharla dolu seyr ediyor ve ellerini sıkmak için bir kenarda sıramı bekliyordum. Kadın erkek birçok ecnebi züvuari (zâyir) kollarında gezen bu şayanı hayret eserlere yaklaşarak bir aralık serbest kalan Necdet’in elini tuttum. Ne garip bir tecelli idi ki bir saat evvel isimsizliği bir günah addedilen bu çocuklar o anda İstanbul’un bütün mütefekkirinin kalbinde ve hafızasında yaşıyorlardı. Artık muhafazakârlığı hodgâmlığı karıştıran o müteassıp zümrenin hörmet ve takdire mecbur bulunduğu bu dehâya açılan goncalarla lâyık oldukları derecede meşgul bulunmakta bir mahzur kalmamıştı. Ben hayran ve müteessir bir gazeteci gibi sualler soruyordum, onlar da kemâle ermiş ve bezmiş bir üstad gibi cevaplar veriyordu.

Allah korkusunu, padişah muhabbeti, din gayretini birkaç kelime içinde büyük bir saffet ve itikad ile anlattıktan sonra son söz olarak: Üstadlardan en çok Beethoven’i severim Çünki: “triste”dir dedi.

Ben hem bu mülakattan, hem de şerefimde hepimizin müşterek bulunduğumuz o günkü mazhariyetten dolayı bu hayırlı yavruları deragüş ederken “siz Beethoven’i seviyorsunuz fakat sizden sonrakiler sizi sevecekler” dedim ve mes’ud pederleriyle üstadları “Karl Berger”i tebrik ederek ayrıldım.

Türk dehâsına ait bu minimini iki şaheser karşısında takdir ve hayretini gizliyemeyen ecnebi misafirlerin arasından geçerken senelerden beri ……… hararetsiz ve bezgin ruhlarımızda ne kadar tatlı bir gurur ve ne ifâade edilmez bir zafer neş’esi vardı.

Göztepe 17 Nisan-1921
TARIK MÜMTAZ