Ferhunde Erkin
Ferhunde Erkin / 1909-2007
Ferhunde, Necdet ve Edith (ileride Necdet ile evlenecek ve Leyla ismini alacaktır) Almanya'da ata binerken (1930)
Macar violonist Karl Berger (Ferhunde ve Necdet Remzi'nin hocası olmuştur) (1920)
Ferhunde ve Ulvi Cemal Erkin evlendikleri gün (29 Eylül 1932)

Atatürk'ün Müzik Devriminde Bir Öncü


Ferhunde Erkin'in Anıları

Yazar Müşerref Hekimoğlu Ferhunde Erkin'in anılarını Fatma Hakkı takma adıyla Milliyet gazetesinde 1982 yılında yayınladı.

Ferhunde Erkin'in 15 yaşında verdiği konsere Mustafa Kemal de geldi

"Çarşıya alış-verişe gittiğim zaman ya da evde iş görürken kalbim çarpar birden, soluğum kesilir, koşar radyoyu açarım. Bakarım Ulvi'den bir şey çalıyor. Onun sesi, müziği beni çağırır sanki…" 

Radyonun düğmesini çevirirken böyle söylüyordu Ferhunde Erkin. Değerli bestecimiz Ulvi Cemal Erkin'i yitireli on yıl oluyor ama bu kalp çarpıntıları, bu müziksel çağrılar sürüyor. Kolay mı, kırk yıl birlikte yaşamışlar bu müzik dünyasında. Geceleri gündüzleri, konserleri, notaları, coşkuları, korkuları birbirine karışmış, yılları birlikte yaşamışlar, müziği birlikte yaşamışlar. Biri dünyamızdan ayrıldı on yıl önce, ama bu on yılda ölümsüzlüğünü kanıtladı durmadan, konçertoları, senfoniettalarıyla uluslar arası boyutlarda bir Türk besteci olarak coşkusunu, diriliğini en güzel biçimde koruyor. Öteki de bu ölümsüzlüğü hissetmenin mutluluğuyla yaşıyor. Devlet Konser Salonu'nda haftalık konserleri izleyenler, genç üniversiteliler arasında kaç kişi onu tanır acaba? Salonda hep aynı yerde oturur, kapının yanında en kenar koltukta, kimi zaman yalnız, kimi zaman kızıyla. Kimileri yanına gelir, saygıyla selamlar. Çoğu "Hocam" diye seslenir ona. Yetmiş yılı çoktan geride bırakmış, ama gözleri pırıl pırıl, gülüşü hâlâ çok taze, saçları iyice ağarmış, çizgilerinde Yunan heykellerinden bir esinti var. Babası Giritliymiş, bir yandan adalı, bir yandan Çerkez, bu incelik, bu rahatlık başka türlü bir arada olamazdı doğrusu. 

Yıllarca önce bir konserde 
Yıllarca önce Ulvi Cemal Erkin'in ölüm yıldönümünde, Devlet Konser Salonu'nda unutulmaz bir gece yaşadı Ankaralı müzikseverler. Değerli kemancı Suna Kan, Erkin'in keman konçertosunu çaldı. Konser sona erince birçok baş Ferhunde Erkin'e çevrildi. Bu güzel olayı onunla paylaştılar. Değerli bestecinin kırk yıllık eşini saygıyla selamladılar. Ama Ferhunde Erkin'e başka bir selam gerek. 
Nasıl bir selam derseniz, Ferhunde Erkin'i Atatürk'ten bir uzantı olarak, Klasik Batı Müziğini öğrenmek için Avrupa'ya giden ilk Türk kızı olarak, Batı dünyasında konser veren ilk Türk kadını olarak, büyük müzik ustalarının konçertolarını Türkiye'de ilk kez çalan piyanist olarak selamlamak gerekir. On beş yaşında bir kızken kardeşi Necdet Remzi ile birlikte Ankara'da bir konser verdiği zaman o konseri izleyenler arasında Gazi Mustafa Kemal de var. 

"Efendiler, herkes her şey olabilir ama sanatçı olamaz" 
Konserden sonra iki kardeş Çankaya Köşkü'ne çağrılıyorlar. Alt salonda bir masa, çevresinde Recep Peker, yaver Resuhi bey, Kılıç Ali ve başkaları. Mustafa Kemal, iki kardeşi yanına oturtuyor ve de şöyle diyor masadakilere: 
-"Efendiler herkes her şey olabilir ama sanatçı olamaz, ayağa kalkın… 
Atatürk'ün gençlik çağında dinlediği tek sesli alaturka müzikten hoşlandığını masadakiler biliyordu, ama Türk ulusunu çok sesli müziğe layık gördüğü, bu konuda devrim yapmaya kararlı olduğu kesin hissedildi o gece. İki kardeşe, Batı müziğini seçmelerinden gurur ve mutluluk duyduğunu söylüyordu. 
Ferhunde Remzi, Arnavutköy Kız Koleji'nde okuyor o zaman, kardeşi Necdet Remzi de Robert Kolej'de. Cumhuriyet'in ilk yılları, Ankara'da konser salonu yok henüz, iki kardeş Ulus'ta, Park Sineması'nda konser veriyorlar. 

Gazi: "Türk kızlarının alnı açık olur" 
O dönemde kakül modası var saçlarda. Galiba Amerikan film yıldızı Colinne Brooks'dan esinlenen bir moda. Ferhunde Remzi'nin gür siyah saçları alnını iyice örtüyor, gözleri bile görünmüyor. Mustafa Kemal'in gözü o uzun kâküle takılıyor. Şöyle diyor: 
-Alnını niçin kapatıyorsun, Türk kızlarının alnı açık olur. 
Genç kız kâkülünü tarıyor, alnını açıyor bir anda. İki gün sonra Ankara'dan İstanbul'a dönüyorlar. Arnavutköy Koleji'ndeki arkadaşları Ferhunde'nin saç değişikliğine şaşırıp soruyorlar: 
-Kâkülüne ne oldu? 
-Gazi, Türk kızlarının alnı açık olur, dedi. 
Ertesi sabah Arnavutköy Kız Koleji'nin Türk öğrencileri kâküllerini taramış, alınlarını açmış iniyorlar kahvaltıya. 
Ferhunde Remzi kolejden önce Gedikpaşa Amerikan okulunda okumuş. İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde özel doktorlarından Zeki Hakkı Pamir'in eşi Suzan Pamir de o okulda o zaman. Arnavutköy Kız Koleji'ndeki arkadaşları arasında da Nermin Menemencioğlu var. Cumhuriyetin ilk yıllarında uzun süre Anadolu Ajansı müdürlüğü yapan Muvaffak beyin kızı, eski Londra elçimiz Turgut Menemencioğlu'nun kardeşi. Nermin hanım kolejde Ferhunde Remzi ile birlikte dört el piyano çalıyor, müzikten hoşlanıyor, ama okuldan sonra edebiyat sevgisi ağır basıyor. Bu sevgi hâlâ sürüyor. Şimdi Londra'da oturuyor Nermin Streater, Türk ozanlarının şiirlerinden bir antoloji yayınladı, ayrıca dayısı Namık Kemal ile ilgili bir araştırması var. 
Diğer sınıf arkadaşları 
Kolejdeki bir başka sınıf arkadaşı da Perihan Çambel. Sonra tıp öğrenimi yapan, kanser araştırmalarıyla uğraşan Profesör doktor Çambel. Yıllar sonra iki okul arkadaşı bir hasta-doktor olarak karşılaşıyorlar. Doktor Çambel, kanserlere karşı çok duyarlı, en küçük kuşkuyla parçalar alıyor, laboratuara yolluyor. Ferhunde Erkin'in göğsündeki bir şişlik üzerine büyük özen, hatta telaşla kolları sıvıyor. Ulvi Cemal Erkin üzüntüden mahvoluyor. Sonunda alınan parça Amerika'ya gidiyor ve güzel haber geliyor çok geçmeden. Korkulacak bir şey yok. Ulvi Cemal çocuklar gibi ellerini çırpıyor. 
Arnavutköy Kız Koleji'ndeki bir başka arkadaşı da Vedide Baha Pars. Sonradan İzmir Lisesi müdürü olan bir eğitimci. Erken ölümüyle eğitimciler arasında büyük boşluk bırakan bir aydın kadın. Bir trafik kazasında öldü Vedide Baha Pars. Ankara'nın müzik yaşamında önemli yeri olan Cenap And'ın ilk eşi Sevda And ile birlikte yürürken bir otomobil çarptı. Cenap And ve eşi, Ses ve Tel Derneği'nin kurucularından. Kavaklıdere'deki evleri güzel konserlere sahne oldu uzun yıllar. Şimdi o derneğin yerinde Cenap And ve Sevda And Müzik Vakfı var… 

* * * * * 

İKİ KARDEŞ İLK KONSERLERİNİ 17 NİSAN 1921'DE 
GALATASARAY SULTANİSİ'NDE VERİYORLAR. NECDET REMZİ 
KEMAN ÇALIYOR, KARDEŞİ DE PİYANODA EŞLİK EDİYOR ONA… 

Kemancı Necdet ve Ferhunde Remzi kardeşlerin müzik sevgisi babadan kaynaklanıyor. Remzi bey Giritli, dayısının yanında büyüyor, asker okulunu bitiriyor, kurmay oluyor. Müziğe büyük sevgisi var. Kemençe, ut, kanun çalıyor. Ama çocuklarının Klâsik Batı Müziği öğrenmelerini istiyor. Ferhunde piyano, Necdet keman derslerine çok küçük yaşta başlıyorlar. Baba çok sert, sevgisini belli etmeyen soydan, çocuklarını öpmek, okşamak bile yok. Bir gün kızı soruyor subay babasına: 
-Yakında bir yolculuk var mı babacığım? 
-Yok, neden bu soru? 
-Yola çıkarken bizi öpersiniz de… 
Sert bir baba, üstelik müziksever de olunca çocukların piyano ya da keman çalışmaları kaçınılmaz. Önce Anesti efendi adlı bir öğretmenden ders alıyorlar. Sonra madam Sadık'dan, Türkle evli İsviçreli bir müzik öğretmeni. Sonra Hegyei piyano öğretiyor Ferhunde Remzi'ye. Hegyei İstanbul'da ünlü bir piyano öğretmeni o zaman. Remzi Girit'in (Giritli olduğu için orduda böyle tanınıyor) Mazhar bey adlı bir subay arkadaşı yeni bir öğretmenden sözediyor bir gün.

-İstanbul'a bir Macar kemancı geldi, Profesör Karl Berger, çocuklar ondan ders alsın, çok iyi bir sanatçı. 
Macar kemancı İstanbul'un tatlı su sosyetesinde, Osmanlı paşalarının evlerinde başka bir rüzgar estiriyor. Önce Kalamış'da oturuyor. Remzi Girit'in bir subay arkadaşının evinde konuk. İlk karşılaşmada öğretmen de, öğrenciler de birbirlerini çok etkiliyorlar. Beyazıd ile Kalamış arasında yoğun bir trafık başlıyor. 
"Annemle birlikte tramvaylar vapurlar değiştirerek derse giderdik Kalamış'a", diyor Ferhunde Erkin. "Annem genç bir kadın. Dönüşte karanlık basınca korkar, durakta emir eri beklerdi bizi. Yahnikapan sokağındaki evimize koşa koşa gelirdik." 
Ferhunde Remzi'nin annesi Nazmiye hanım, onun da masalsı bir yaşamı var. Annesi Mislicihan, adından da belli bir Çerkez güzeli. Habeş Kralı Bargaş'ın sarayında yaşarken kral ölüyor, geride kalanlara epeyce bir miras bırakıyor. Bargaş sarayından ayrılan bir grup Mekke'ye geliyorlar. Çerkez güzeli Mislicihan o aralık Mekke'de bulunan Şerif beyin gözüne çarpıyor. Evlenip İstanbul'a geliyorlar. Şerif bey Uşaklı, kızı Nazmiye küçük yaşta evlendikten sonra Çerkez eşini damadıyla birlikte bırakıyor, uzun süre İstanbul'dan ayrılıyor. Nazmiye on dört yaşında, damat genç kurmay Remzi Girit. Yahnikapan sokağındaki evde oturuyorlar. Bir gün Şerif bey çıkıp geliyor ama eşinin kapısı açılmıyor. Mislicihan'ın Çerkez damarı tutmuş, yıllarca eşini damat yanında bırakan kocasını affetmemiş. 
Nazmiye hanımın iki çocuğuyla birlikte Beyazıd-Kalamış arasında mekik dokuması uzun sürmüyor. Kemancı Berger Beyazıd'a taşınıyor çok geçmeden. Necdet Remzi'yi bir harika çocuk olarak görüyor Macar öğretmen. Ferhunde Remzi'nin yeteneklerini de çok beğeniyor. 
-Kırk günde güzel bir konsere hazırlayacağım sizi, diyor. 
Çalışmaya koyuluyorlar. Kırk gün sonra keman edebiyatının en güç parçalarıyla İstanbulluların karşısına çıkıyor iki kardeş. Necdet Remzi keman çalıyor, kardeşi de piyanoda eşlik ediyor ona. 
17 Nisan 1921 yılında veriliyor bu konser. Galatasaray Sultanisi salonunda. Başta Şehzade Mecit efendi, Osmanlı paşaları, İstanbul'un karma sosyetesi ilgiyle izliyorlar iki kardeşi. O zaman yayınlanan Ümit dergisinde Tarık Mümtaz'ın bu konserle ilgili bir yazısı var. Dergi eski harflerle, solgun sayfalarında çok hoş bir resim, altında bir yazı, "İki sanatkâr Türk yavrusu". Yazının başlığı da "İki Türk kardeşin müsameresi". Yazar bu müzik olayından ötürü babayı kutluyor uzun uzun. Konserden önce söylentiler, engellemeler de olmuş, iki çocuğun Galatasaray salonunda konser vermesini eleştirmişler galiba. Tarık Mümtaz "Mini mini dehaları" uzun uzun överek eleştirileri yapanlara veryansın ediyor… 

İlk konser Şehzade Mecit'le oda müziği 
Ferhunde Erkin, kalın bir dosya çıkarıyor dolaptan. Dosya gazete kupürleriyle dolu. Ümit dergisinden kesilen yazı da bunlar arasında. 
-Ben saklamışım, evlendikten sonra Ulvi düzenledi bunları, diyor. 
O yazılar, bir yanı eski harflerle Türkçe, öbür yanı Fransızca konser davetiyeleri, İstanbul'da Union Française'de verilen konserlerle ilgili yazılar, Berlin'de bir konserden sonra bir Ermeni gazetesinde yayınlanan övgü dolu bir yazı, bir gün yazılacak müzik tarihine ne güzel ışık tutabilir. 
Ferhunde Erkin Ermenice gazeteyi de bir güzel okuyor. 
-Kolejdeyken Ermeni arkadaşlarım çoktu, onlarla Ermenice konuşurdum, diyor gülerek. 
Arnavutköy'den Çamlıca tepesine yöneliyor anılar. Ferhunde Erkin'in babası Şehzade Mecit efendinin yaveri o zaman. Yaz aylarında yaver de Bağlarbaşı'na taşınıyor, kemancı Berger de. Berger genç şehzadeye de ders veriyor. 
-Ara sıra Çamlıca'daki köşke gider, Mecit efendiyle birlikte çalardık. Dürrüşehvar sultan, Faruk efendi de katılırdı bu müzik çalışmalarına. 
Mecit efendi müziğe, resme meraklı bir şehzade, Berger'den ders alıyor, Çamlıca'daki köşkü bir müzik merkezine dönüşüyor giderek, yaverinin çocuklarıyla oda müziği yapıyorlar. Ancak uzun sürmüyor bu müzik toplantıları. İstanbul'da daha önemli olaylar yaşanıyor artık. Kurtuluş Savaşı yaşanıyor, koşullar değişiyor. Beyazıd'daki evden bu savaşa katılan yok, yaver baba çocuklarıyla İstanbul'da kalıyor, ama Anadolu'daki gelişmeleri de ilgiyle izliyor. 
Refet Paşa geliyor… 
-O yılların belleğimdeki en güzel olayı, Refet Paşa'nın Beyazıd'daki evimize gelmesiydi, diyor, Ferhunde Erkin. İstanbul'da yer yerinden oynuyor. Refet Paşa (Bele) bekleniyordu. Babam paşanın yakın arkadaşı olduğunu, eve çağıracağını söyleyince kulaklarımıza inanamadık. Çok heyecanlandık. Sokak birbirine girdi. Bayraklar, marşlar… Kurtuluş Savaşı'nın başarılı komutanını evimizde görmek bize büyük mutluluk verdi. 

* * * * * 

FERHUNDE REMZİ ve KARDEŞİ 1928'DE 
MÜZİK ÖĞRENİMİ İÇİN LEİPZİG'E GİTTİLER

*Leipzig müzik merkezi idi o zamanlar. Ferhunde Remzi'nin piyano ile bütünleşmesi Profesör Weinreich ile başlıyor. Usta-çırak ilişkisi güzel bir dostluk içinde gelişiyor. Genç Türk kızının usta parmaklarını gevşetiyor.

Ferhunde Remzi Arnavutköy Kız Koleji'ni bitirdiği zaman yolu, yöntemi çoktan çizilmişti. Remzi Girit'in Harp Akademisi'ndeki bir Alman dostu, Von Klevik, Almanların Alexander von Humboldt Stiftung bursundan söz ediyor, çocukların bu burstan yararlanmasını öneriyor. Almanya'ya yazılıyor, burslar sağlanıyor. İki kardeş yola düşüyorlar. Yıl 1928. Babaları Sarıkamış'ta görevli. Anneleri uğurluyor onları. Sirkeci Garı'nda gözyaşları içinde bir anne bırakarak Leipzig'e yöneliyorlar. İstanbul'dan, aile çevresinden ayrılmak, gurbet ellere gitmek kolay değil. Ama ayrılık hüznünü aşan duygular da var. Bu tren onları bir müzik akademisine götürüyor. Ankara'da verdikleri konserden sonra Çankaya'da Mustafa Kemal'in sofrasında yapılan konuşmalar çınlıyor kulaklarında. Bir Batı ülkesinde müzik öğrenimi yaparak Türkiye'ye dönecekler. Öğrenecekler ve öğretecekler. 
Uzun bir tren yolculuğu, sonra Leipzig, İstasyona yakın bir otelde geçiriyorlar geceyi. 
Göster Almanca'nı 
Sabah erkenden müzik akademisine. Ferhunde Remzi kolejde Almanca da okumuş, kardeşi çok rahat yürüyor yanında. 
-Haydi bakalım göster Almancanı, diyor. 
Değerli sanatçı Leipzig'de ilk günü anımsayarak tatlı tatlı gülüyor. 
-Kolejde Schiller'in "Handschule-Eldiven" şiirini ezbere biliyordum. Almanca sözlüğüm bu şiirin kapsamı kadar. Yolda rastladıklarıma akademinin yolunu soruyorum. "Geradeaus" diyorlar. Eldiven şiirinde bu söz yok, anlamını bilmiyor, sağa, sola diye Necdet'i oyalıyorum. Sonunda akademiye vardık. 
Almancayı çabuk öğrendim. Bir gün akademi yöneticisini Amerikalılarla İngilizce konuşurken görünce, epey içerledim. Benimle neden İngilizce konuşmadığını sordum. "O zaman sen bu kadar iyi Almanca konuşamazdın" dedi. 

Posta kırk günde geliyor, tasalar duyuluyor… 
Almancayı öğreniyor, Leipzig'deki yaşamında güçlük çekmiyor ama postadan mektup beklemek çok güç geliyor genç kıza. 
-Annem bizi uğurladıktan sonra Sarıkamış'a babamın yanına gitti. Mektuplar kırk günde geliyordu. Ben de gözlerim yolda, üzülüyor, bir kara haberi bile kırk günde alacağız, sonra ne yapacağız, diye tasalanıyordum. 
Leipzig bir müzik merkezi o zaman. Müzik akademisinde dünyanın her köşesinden gelen öğrenciler, sanatçılar var. Furtwangler, Fischer Gieseking, Backhaus da bunlar arasında. Max Pawer, Davison, Basselmann da Gewandthaus'da ders veriyorlar.

 
Gergin parmaklar nasıl gevşiyor? 
Ferhunde Erkin'in piyano ile bütünleşmesi Leipzig'de profesör Weinreich ile başlıyor. Alman profesör genç Türk öğrencisine büyük ilgi duyuyor. Usta-çırak ilişkisi güzel bir dostluk içinde çok olumlu biçimde gelişiyor. Weinreich bu Türk kızını ilk kez dinleyince şöyle diyor: 
-Çok iyi, çok müzikal ama çok gergin… 
Ferhunde Erkin'in gözleri parlıyor o günleri anımsarken. 
-Weinreich olağanüstü bir öğretmendi. Gergin parmaklarımı gevşetti. Modern tekniği öğretti bana. 
Gergin parmaklar nasıl gevşiyor derseniz, Ferhunde Erkin Yeşiltepe'deki evinin salonunda bir köşeyi baştan başa kapsayan kuyruklu piyanonun başında, kocasının "Küçük Çoban" adlı yapıtını çalarak anlatıyor. 
-Ağırlık metodu bu. Notanın gereğini veriyorum. Parmak, el, kol, dirsek, omuz, vücut, ama vurmadan, derinlemesine, sesin tabanı oluşuyor. Ben de konservatuvarda yıllarca bu metodu öğrettim çocuklara. 

Leipzig'de iki buçuk yıl kalıyor, piyanist ve kemancı kardeş, Necdet Remzi Gewandthaus orkestrasında da çalıyor, yakın kentlerde öğretmenlerin düzenlediği konserlerde iki kardeş birlikte çalıyorlar, bir de Berlin'deki Türk elçiliğinde bir konser. 
-Berlin Büyükelçimiz Kemalettin Sami Paşa'ydı o zaman. Konsere Berlin'deki Türk kolonisi ve kordiplomatik geldi. 
Bir Türk kızının Berlin'de konser vermesi o yıllarda çok önemli bir olay kuşkusuz. Konser büyük ilgi görüyor. Yabancılar genç Türkiye Cumhuriyeti'nin bir temsilcisini selamlıyorlar, bu genç kızda. Ferhunde Erkin bu tür olayları anlatmaktan hiç hoşlanmıyor, ayrıntılara girmiyor konuşurken, hatta konuyu değiştiriyor. 

Dokuzuncu Senfoni’yi dinlerken bayılıyor

-Leipzig'de başından geçen bir olay yaşam boyu sürdü. Konserlerde kapının yanında ve en kenarda oturmam bu olaya dayanır. 
Bir bayılma olayı bu. Ferhunde Erkin anlatıyor: 
-Kardeşim ile birlikte ilk kez bir konser galasına gidecektik. Beethoven'in dokuzuncu senfonisini dinleyeceğiz. Uzun etek giydim ilk kez, saçlarımı yaptım, süslendim. Bir galaya gideceğim için çok heyecanlıyım. Kardeşimin nişanlısı da var. Ama yan yana üç yer bulamadık. Ben yalnız oturdum. Birden bir korku girdi içime. Ya bayılırsam diye düşündüm. Birkaç kez arkaya döndüm, kardeşimin oturduğu yere baktım. Almanya'da konserler çok saygıyla dinlenir. Benim kıpırdanışımdan yanımdakiler rahatsız oldu sanırım. Bunu fark edince daha çok korkmaya başladım. Senfoni çalarken birden her şey karardı. Ötesini anımsamıyorum. Gözümü açtığım zaman baktım, yanımda oturan Alman'ın kucağındayım. Biraz önce bana sinirlenen adam ilgiyle soruyor. 
-Şimdi iyileştiniz herhalde, size başka bir yardımım olabilir mi?... 
-Teşekkür ettim, bir taksiye bindim, eve geldim. 
Göz kararmasıyla başlayan bu baygınlık hâlâ sürüyor. Doktorlar gerçek nedenini bulamıyorlar. Galiba kortizon tedavisiyle önlemeyi düşünmüşler ama ilacın yan etkilerini göze alamadığı için, birkaç yılda birden karanlığa dalıyor Ferhunde Erkin. 
Bu karanlık Kemancı Berger'in karşısında başlamış ilk kez, İstanbul'da Beyazıd'daki evde. Berger sert bir öğretmen.

- Ara sıra Çamlıca’daki köşke gider, Mecit efendiyle birlikte çalardık. Dürrüşehvar sultan, Faruk Efendi de katılırdı bu müzik çalışmalarına.

* * * *

FERHUNDE REMZİ İLK KEZ KEMANCI BERGER AZARLADIĞI GÜN BAYILDI

*Kemancı Berger genç öğrenciyi bayıltmıştı ama piyano sevgisini çalışmayı aşılamıştı. Ferhunde Hanım Macar öğretmeni hep saygıyla andı 
*Macar Berger Büyükada'da dillere destan bir aşk yaşadı Aliye Berger ile. Berger ölünce Aliye Hanım’ın canına kıymasından korktu herkes.

*Büyükada’da yaşlı kuşakların kulaklarında hala Macar kemancının Bach sonatları çınlar mehtaplı gecelerde.

Kemancı Berger öğrencilerine karşı çok acımasız. Çalışmayanı affetmiyor. Ferhunde Remzi'yi de sorguya çekiyor bir gün. Genç öğrenci notaları çalıyor ama Berger beğenmiyor. 
-Ferhunde hanım çalışmamışsınız, diye bağırıyor. 
Suçlanmak, azarlanmak ağır geliyor. Genç kız sessizce Berger'e bakıyor. 
-Gözleri çok öfkeliydi, giderek karanlık bir kuyu gibi derinleşiyordu. Birden gözüm karardı, düştüm… 
Kemancı Berger genç öğrenciyi bayıltmış ama, piyano sevgisini, çalışmayı da aşılamış. Macar öğretmeni hâlâ saygıyla anıyor. 
-Çalışmamı derinleştirdiğim zaman elimdeki yapıtı daha çok severim, çalışma alışkanlığım da Berger ile başlıyor, diyor. 
Kemancı Berger'in müzik yaşamımızda ayrı bir yeri var. İşgal altındaki İstanbul'a geldiği zaman birçok kişiye ders vermiş, iki Türk çocuğunun ilk kez konser vermesini sağlamış, müzik dalında çok kişiye emek vermiş bir sanatçı Karl BergerOnca çalgıcı yanında bir de ressam kazandırıyor sanat dünyamıza: Aliye Berger. 
Şakir Paşa'nın güzel kızı ile Macar ressam arasında dillere destan bir aşk var. Büyükada'da çamlar arasında bir aşk yuvası çamlar kadar yeşil, diri bir ressamın atölyesi oldu sonra. Berger'ini yitiren Aliye hanım, neredeyse kemanlar arasında kayboldu. Durmadan keman gravürleri yaptı. O gravürleri seyredenler sevginin yaratıcı gücünü de saptadılar Berger'in kemanlarında. Bir süre sonra İstanbul'da düzenlenen bir resim yarışmasında bu sevgi başka bir boyuta vardı. Uluslar arası bir seçici kurul, Aliye Berger'e birincilik ödülü verdi. 

Önce Füreya Hanım’a ders veriyor

Şakir Paşa ailesinden bir diplomat, Dışişleri Siyasal İlişkiler Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Erdem Erner teyzesi Aliye Şakir ile Macar kemancının aşkını büyük saygıyla anlatıyor.

-Berger’den önce Füreya ablam keman dersi aldı.

Füreya ablam dediği sermaik sanatçımız Füreya Koray.

- Bir aralık da Aliye teyzeme ders verdi, diye devam ediyor Erdem Erner. Aliye teyze o zaman tanrıçalar kadar güzel, Berger de müthiş yakışıklıydı. Çok geçmeden aralarında büyük bir aşk başladı. Çocukluğumun en güzel anısıdır bu. Teyzemin Berger ile gizlice buluştuğunu hissettim. Aynanın karşısında saatlerce süslenir, daha güzelleşmek isterdi adeta.

Mülkiye’ye giderken Erdem Erner de ders almış Berger’den. Eleştirilerini, uyarılarını saygıyla anımsıyor. Ama asıl annesinin Berger ile çalışmalarını vurguluyor. Ayşe Hanım güzel piyano çalar, kemancı Berger’e konserlerinde eşlik edermiş, Berger İstanbul’ yerleşiyor ama sık sık yurt dışına gidiyor. O konserlerin çalışmalarını da birlikte yapıyorlar.

Keman edebiyatımızın ünlü kişilerinden biri olan Macar kemancının din değiştirerek Müslüman olduğunu Ömer Baki adını aldığını yaşlı kuşaklar bilir. Ömer Baki Berger, Büyükada’da Şakir Paşa ailesinin aile mezarlığında yatıyor.

Mehtapta Bach çalardı

- Hırtınyan Köşkü’nün bahçesindeki küçük bölümünü tuttukları zaman Büyükadalılar bu evin uğursuzluğundan söz etti, ama onlar aldırmadılar. Berger enişte o evi çok sever, mehtaplı gecelerde denize karşı Bach çalardı saatlerce...

Hırtınyan Köşkü gerçekten uğursuz ya da kemancı Berger’in hasta kalbi sevdiği kadının aşkına dayanamıyor. Bir sonbahar akşamı bir kriz geçirerek kemancı Berger dünyamızdan ayrılıyor. Aliye Berger deliye dönüyor. Adanın bütün yaseminlerini topluyor, sevdiği erkeğe bembeyaz bir yorgan yapıyor. Ölümü, içine sindiremiyor, uykusuz gecelerde hayal gibi dolaşıyor ada yollarında.

- Teyzemin canına kıymasından korkar, sabaha kadar nöbet tutardık, diyor Erdem Erner. Bir gece uyuyuvermişim, birden gözlerimi açtım, bir suçluluk duygusuyla teyzemin ellerine sarıldım.” “Korkma bir şey yapmayacağım” dedi...

Hristo tepeleri daha nice sevdalara, tutkulara sahne oldu şimdiye kadar. Ama Büyükada’nın yaşlı kuşakları arasında hala Bach’ın sonatlarından duyduklarını anlatırlar. Yaseminlerin baygın kokusunda da yaseminler kadar güzel bir kadının ıstırabını hissettiklerinden söz ederler. 
Ferhunde Erkin, Şakir Paşa'nın güzel kızıyla Macar kemancının aşkını uzaktan, ilgiyle, saygıyla izliyor. Ama Leipzig'deyken ona aşık olan delikanlılara yüz vermemiş hiç, hele evlenmeyi asla düşünmemiş. Alman arkadaşlarına biraz içerliyor galiba. Bu Türk kızının karşısına geçip sorarlarmış durmadan: 
-Çarşafın nerede, başörtünü nerede bıraktın?... 
-Ben hiç çarşaf giymedim. İstanbul'da doğdum, yabancı okullarda yetiştim, çevremde de çarşaf giyen yoktu, derdim ama inanmazlar, yeniden sorarlardı. 
Mizah yanı da çok tatlı. Kalkıp fotoğraflarla dolu bir zarf çıkarıyor dolaptan. Bir fotoğraf buluyor. Çarşaflı bir genç kadın. 
-Leipzig'den İstanbul'a döndüğüm zaman babam Erzurum'da görevliydi. Daha doğrusu Sarıkamış'ta. Annem Erzurum'da bir çarşaf almış. Onu giydim. Arnavutköy'de bu fotoğrafı çektirdim. Almanya'daki arkadaşlarıma yolladım. 
-İşte yine çarşafa döndüm, diye yazdım. 
Oysa, Türkiye'de kızlar başka bir yaşama dönmüştü artık. Çarşaf bir yana, kız-erkek karma okullarda okuyorlardı. 

* * * * * 

Başbakan İnönü iki kardeşi Ankara'ya çağırdı ve Musiki Muallim Mektebi'nde çalışmalarını istedi

Yıl 1931, piyanist Ferhunde Remzi ve kemancı kardeşi Necdet Remzi Ankara'ya bir konsere geliyorlar. Babaları Genelkurmay'da görevli. Hamamönü'nde bir odalı bir evde oturuyorlar. İki kardeş Leipzig dönüşü kolejde müzik öğretmenliği için öneri alıyorlar ama Başbakan İnönü buna karşı çıkıyor. 
-Ankara'da kalın, diyor. Musiki Muallim mektebinde öğretmenlik yapın. 
Sonra babalarına dönüyor İnönü. 
-Elbet burada çalacaklar, diyor. Kolej için mi yetiştirdin? 
İki kardeş Cebeci yolunu tutuyor, Musiki Muallim mektebi müdürü Zeki beyle görüşmeye gidiyorlar doğruca. 1931 yılında Ankara'da birkaç dil bilen, Leipzig gibi bir müzik merkezinde öğrenim yapan bir genç kadın için şaşırtıcı bir olay ama Zeki bey şaşırmıyor. 
-Yalnız değilsiniz, diyor, zile basıyor. Ekrem ile Ulvi'yi çağırın, diyor hademeye. Biraz sonra iki genç adam giriyor odaya. 
Giriş o giriş. 
Ulvi Cemal incecik, romantik çizgili, duygulu bir genç adam. Ferhunde hanım görür görmez hayal kuruyor. 
-Onunla ne güzel dansedilir kimbilir, diye düşünüyor.  

Ama çok dansetmiyorlar. Hafta sonlarında Hüseyingazi dağları eteklerinde geziler yapıyorlar. Necil Kâzım, Ahmet Adnan da beraber. Ara sıra sinemaya gidiyorlar. Bir yıl geçiyor böyle. Ferhunde hanım, Cebeci'de öğretmen Muhtay beyin evinde kiracı. Mahmut Esat da yakın komşusu. Hüseyingazi dağlarının mor eteklerindeki piknikler süredursun albay Remzi Girit, Darıca'da bir göreve atanıyor 1932 yılında. Bu olay Ferhunde ve Ulvi Cemal arasındaki güzel arkadaşlığın evliliğe dönüşmesini hızlandırıyor galiba. Söz kesiliyor. Albay Remzi görevine gidiyor. Annesi nikâhı bekliyor. Sade bir törenle evleniyorlar. Aynı akşam annesini de uğurluyorlar Darıca'ya. Selanik Caddesi'nde bir evde ortak yaşam başlıyor.

Sanatçının yaşamı o zaman da kolay değildi 
Selanik Caddesi'nden sözederken tatlı bir hüzün kaplıyor yüzünü. 
-Sanatçıların yaşamı o zaman da kolay değildi, diyor. Ulvi ile ben yetmiş beşer lira maaş alıyoruz. Benim maaşımın altmış lirasını kiraya veriyoruz. Geri kalanı elektrik, su, yol parası, adam parası. Ulvi'nin aylığıyla da geçinmeye çalışıyoruz. Güç bir yaşam elbet, geçim zorluğu içindeyiz. 

* * * * * 

ZEKİ BEYİN ODASINDAKİ RASTLANTI FERHUNDE REMZİ'NİN SOYADININ ERKİN'E DÖNÜŞMESİYLE SONUÇLANDI

Ulvi Cemal Erkin'in ağabeyi Feridun Cemal Erkin de Ankara'da o zaman. Dışişleri Bakanlığı'nda iyi bir görevi var. Eşi Mukaddes Erkin Ankara sosyetesinin hoş kadınlarından biri. Sonradan dışişleri bakanı da olan Feridun Cemal Erkin, müziksever bir diplomat, güzel eşi de şan dersleri alıyor. Ara sıra da evinde müziksel toplantılar düzenliyor, şan konserleri veriyor. Ama amatörce bir çalışma bu. Erkin'lerin annesi de Ankara'da, diplomat oğlunun eşiyle birlikte piyanist gelinini de çaylara götürüyor. 
-O çaylarda rastladığım kişiler benden kızlarına da piyano öğretmemi istediler. Devleti yönetenlerin kızlarına piyano dersi vermeye başladım. Dar bütçemiz biraz genişledi. Çocuklara bakıcı, eve adam tuttuk. 
Ferhunde Erkin'den piyano öğrenenler arasında İnönü'nün kızı, Kemal Gedeleç'in kızı da var. Özden Toker hâlâ "hocam" diye sesleniyor Ferhunde Erkin'e. Haftada bir iki kez, özel bir arabayla Pembe Köşk'e gitmiş genç piyano öğretmeni. 
Selanik Caddesi'ndeki evde güç ama mutlu geçiyor günler. Sabahları erkenden Cebeci'ye okula gidiyorlar. Öğleden sonra özel dersler, geceleri dost toplantıları. Necil Kâzım Akses, Halil Bediî Yönetken, Cevat Memduh Altar ile buluşuyor, yemek yiyor, müzik söyleşileri yapıyorlar. Kimi geceler Hasan Ali Yücel de geliyor Selânik sokağındaki eve. 
Nihat Ali Üçüncü ile birlikte, poker oynuyorlar. Hasan Ali Yücel ile Ulvi Cemal'in dostluğu Paris'ten. Ulvi Cemal Galatasaray Lisesi'ni bitirince, Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı bir sınavı kazanıyor, Paris'e gidiyor. Hasan Ali Yücel de öğrenci müfettişi Paris'de. Genç müfettiş ile Paris konservatuvarının Türk öğrencisi kimi geceler buluşur, konuşurlarmış, kimi zaman da poker oynarlarmış, Ankara'ya dönüşte o dostluk sürüyor. 
Çankaya'da poker oynuyorlar 
Belki de Çankaya'daMustafa Kemal de yorgunluğunu gidermek amacıyla kimi akşamlar poker oynadığı için, poker, Ankara'da salgın bir oyun o dönem. 
Ferhunde Erkin şöyle diyor: 
-Çankaya Köşkü'ne çağrıldığımız gecelerden birinde Gazi bizi de poker masasına oturttu. Maaşımı yeni almıştım. Hepsini birden kaybedince aklım başımdan gitti. Yanımdakiler üzülmememi, biraz sonra harman yapılacağını söylediler. Gerçekten de herkes zararını çıkardı sonunda. Evimizdeki poker partileri de uzun sürmedi, öylesine dar bir bütçenin dengesini bozmayı Ulvi göze almadı hiçbir zaman. 
Erkin'lerin iki kızı var, Sevin ve İçten. Kızlarını çok seviyorlar. Hafif bir hastalık bile büyük üzüntülere yol açıyor, özellikle Ulvi Cemal, çocuklarının hastalanmasına hiç dayanamıyor. Ferhunde Erkin kocasını üzüntülerden korumak için bu tür olayları yalnız göğüslemeye çalışıyor. 
Önce Selanik sokağındaki evin, sonra Atatürk Bulvarı'nda Zafer apartmanı'ndaki dairenin en büyük oyuncağı piyano, gözlerini piyanoyla açıyorlar. Piyanoyla uyuyor, piyanoyla uyanıyorlar. Baba ninniler besteliyor küçük kızlarına. Evde müzikten, konserden başka söz edilmiyor. Konser akşamları da başka sorunlar yaşanıyor Erkin ailesinde. Piyanist anne çocukları bırakacak birini bulmak zorunda. Kızlarını güvenilir ellerde hissetmezse gönül rahatlığıyla gidemiyor konsere. 
Ferhunde Erkin, kızlarının müzikle uğraşmasını düşünmüyor hiçbir zaman. İçtenlikle açıklıyor duygularını. 
-Yaşamımda herşey biraz yarım gibi gelir bana. Müzikle uğraşırken çocuklarımla istediğim kadar ilgilenemedim. Çocuklarımla ilgilenince başka şeyleri ikinci plana ittim. Bu nedenle kızlarım için başka bir yaşam özledim belki. Evlenmelerini, iyi bir eş, bir anne olmalarını istedim her şeyden çok… 
Sonra da ekliyor: 
-İki kızımın da müzikle ilgisi hâlâ sürer. Özellikle İçten'in müziğe büyük eğilimi vardır, çocukken bir de küçük parça bestelerdi. Onun söylediği bir parçayı Ulvi notaya aldı, Vedat Nedim Tör "küçük besteci" diye bir yazıyla yayınladı o besteyi, Doğan Kardeş dergisinde… 

* * * * * 

Ankara bir müzik merkezi halini alıyor 
MUSİKİ MUALLİM MEKTEBİ 1936 YILINDA KONSERVATUVARA DÖNÜŞTÜ

*Hindemith, Praetorius, Lico Amar gibi birçok müzik ustası Ankara'da görev aldı o dönemde… Ve Ferhunde Erkin'in müzik yaşamında unutulmaz izler bıraktı bu sanatçılarla tanışıp beraber çalışmak…

Atatürk'ün müzik devriminin ilk aşamasında, Cebeci'de Musiki Muallim Mektebi'nde ilk ve ortaokullara müzik öğretmeni yetiştirerek geçiyor yıllar. Ferhunde Erkin için o dönemin en büyük olayı Hindemith'in Ankara'ya gelişi, yıl 1936… 
-Musiki Muallim Mektebi'nin konservatuvara dönüşmesi Hindemith ile başladı, diyor. O yılların coşkusu okunuyor yüzünde. 
-Hindemith ile birlikte çaldık, Bach'ın do majör piyano konçertosunu. Güzel bir müzik olayıydı o konser. 
Yıllar yaprak yaprak açılıyor Ferhunde Erkin'in anılarında. Hindemith gidiyor, yeniden geliyor, arkadan Praetorius, sonra Carl Ebert. Mecliste yasalar görüşülüyor, evlerde tartışmalar yapılıyor sabahlara dek. 
-Bizim okul konservatuvara dönüştü sonunda. Hepimiz sevinçliydik. Ülkemizde de bir konservatuvar vardı artık. Öğrenci orkestrası kuruldu, altın çağlar yaşadık o çatı altında. Tiyatroda ilk oyunlar, hele ilk opera bize büyük mutluluklar verdi. Mesude Çağlayan'ın sahneye çıktığı gece sevinçten kalbimiz duracaktı neredeyse. Ulvi'nin çocuksu mutluluğu, ağlaması hâlâ gözümün önünde. 
Hindemith, Praetorius ya da Carl Ebert adları bugünkü genç kuşaklarda hiçbir çağrışım yapmaz belki. Ama 1940'ların Ankara'sında yaşayanlar için yıldızların parladığı olayları yaratan kişiler onlar. Hindemith daha 1922'lerde parlayan bir sanatçı müzik dünyasında, müzik tarihine gölgesini vuran bir kişi. Önce yaylı sazlar dörtlüsünde parlıyor, sonra Lico Amar dörtlüsünde. Lico Amar da, Ankara Konservatuvarı'na keman öğretmeni olarak geliyor sonra. 
Hindemith Devlet Konservatuvarı'nın temelini kuruyor, ilkelerini belirliyor, öğretmenler öneriyor. Nazi Almanya'sından kaçan, Hitler rejimiyle bağdaşamayan birçok bilim adamı çalışmak için İstanbul ve Ankara üniversitelerine geliyor o zaman. Aralarında Yahudi asıllılar da var. Devlet Konservatuvarında görev alan sanatçılar, öğretim üyeleri de aynı durumda. İki bakımdan ilginç bir olay bu. Önce Batılı bilim adamları, sanatçılar için Türkiye rahat çalışılır bir ülke. Sonra Türkiye devletini yönetenlerin bilime ve sanata verdiği önemi belirtiyor. 
Cumhurbaşkanlığı Orkestrasının başına gelen Ernst Praetorius da müziksel kişiliği, eğitici yönü güçlü bir sanatçı. Klasik ve romantik müzik edebiyatının ülkemizde çalınmasında ve tanınmasında büyük emeği var. Müzik eğitimi için Ankara Radyosu çok önemli bir araç o yıllarda. Öyle durmadan alaturka program düzenlenmiyor, hatta alaturka hiç yok, Türk ulusunu çok sesli müziğe alıştırmak, bu müziği yaygınlaştırmak amacıyla hazırlanıyor bütün programlar. O yıllarda radyolarını açanlar, Ernst Praetorius yönetiminde bir konser dinler, müzik dünyasının ustalarını da tanımak olanağını bulurlardı. Praetorius, yaşamını da Ankara'da yitirdi, bir bağırsak düğümlenmesinden öldü. Cebeci'de Asrî mezarlıkta yatıyor. 
Ferhunde Erkin şöyle diyor: 
-Carl Ebert Türk tiyatrosunu çağdaş düzeye vardırmak için uğraşan, öğrenciler yetiştiren bir tiyatro adamıydı. Cüneyt Gökçer ondan bir uzantıdır. Sözün kısası, konservatuvar çiçek açmak için ışık bekleyen tohum gibi, Türk çocuklarının yaratıcı gücünü fışkırtan bir eğitim yuvası oldu kısa sürede. 

Hasan Ali Yücel geleceğe hesap veriyor 
Yıl 1941. Sıcak bir temmuz günü. Devlet konservatuvarını ilk bitirenler için bir tören düzenleniyor. Kürsüde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel. Töreni Cumhurbaşkanı İnönü de izliyor. Hasan Ali Yücel 3 Temmuz 1941 tarihinin önemli bir gün olduğunu bildiriyor, bir başlangıç tarihi olduğunu. Sonra bu tarihe ulaşmanın öyküsünü anlatıyor uzun uzun. Ondan önceki Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'ın emeklerini, girişimlerini övüyor.  

Çağdaş bir kültür kuruluşu kolay oluşmuyor. Yasalar gerekiyor, o yasalar çıkıncaya kadar karşı görüşler öne sürülüyor, ama kararlı ve kesin bir politika tüm güçlükleri aşıyor. 
Hasan Ali Yücel şöyle başlıyor konuşmasına: 
-Bu kuruluş için çalışanlara başarı payı dağıtmak değil amacım. Tersine, gelecek  bizim görevimizi yüklenecek kuşaklara bir örnek vermek. Biz bugüne değil, geleceğe de hesap vermeyi görev biliyor, gelecek kuşaklara asıl başarının günlük işlerle değil, ulusunu sonsuzluğa götürmek isteğini yüreklerinde duyarak kazanılacağını anlatmak istiyoruz." 
Devlet konser salonunda saatlerce ayakta kalarak orkestrayı ya da bir çalgıcı dinleyen genç kuşaklar bugünlere nerelerden geldiklerini, geçmişteki devlet adamlarının nasıl bir yöntem uyguladıklarını bilmiyor elbet. Bu karanlık, anılarla aydınlanıyor zaman zaman. 
-Hindemith ilk kez Milli Eğitim Bakanlığı'na danışman olarak geldi Ankara'ya. Berlin yüksek müzik okulu, kompozisyon profesörüydü. Türkiye'de müzik kültürünün gelişmesi için araştırmalar yapacak, bir rapor hazırlayacaktı, diye müzik tarihimizden bir yaprak aydınlatıyor Ferhunde Erkin. 
Ancak önce Hindemith, sonra Carl Ebert Ankara'da çok kısa süre kaldıklarından; raporlarının, öneri ve uyarılarının hangi ölçüde uygulandığını izleyemiyorlar. Bu boşluğu doldurmak, Carl Ebert'e sürekli çalışma olanağını vermek için yeni yöntemler aranıyor, yeni yasalar gerekiyor, bu konuda kesin bir politika uygulamaya kararlı devlet adamları, parlamentodaki karşı görüşleri yenerek, gerekli yasaları hazırlıyorlar konservatuvarın işlerliğini sağlayacak her şeyi gerçekleştiriyorlar. 
O yıllarda bir savaş içinde olduğumuz unutulmasın, diyor Ferhunde Erkin. Bir savaş döneminde bile sanat olaylarına öncelik veriliyordu… 

Durdurmayı değil hızlandırmayı düşünüyorlar 
Hasan Ali Yücel de şöyle diyor bu konuda. 
-Biz, tiyatro, konser, opera biçimindeki sanatı, bir uygarlık sorunu olarak düşünüyoruz. Bu nedenle, ülkemizin savunması için her türlü özveride bulunduğumuz şu dönemde, bu sanat dalının gelişmesini durdurmayı değil, hızlandırmayı düşünüyoruz. 
Konservatuvar sahnesinde oynanan oyunlar, operalar Ankaralılara büyük coşku veriyor o zaman. O sanat gösterilerinde Türk çocuklarının yaratıcı gücünü alkışlıyorlar. Tabii tutucu görüşler de var. Yabancı yazarların oyunlarına, yabancı operaların sahnelenmesine karşı çıkıyorlar. 
Hasan Âli Yücel şöyle diyor bu konuda: 
-Yazar, bizden olmayabilir, besteci başka ulustan olabilir. Ama o sözleri ve sesleri anlayan, canlandıran biziz. Bu nedenle Devlet Konservatuvarının oynadığı oyunlar, operalar bizimdir, Türk'tür, ulusaldır. Bizden olacak yazar, besteci ancak bu yoldan yetişecektir. 

* * * * * 

FERHUNDE ERKİN KONSERLERİNİN SAYISINI BİLMİYOR

*Değerli sanatçı, 60 yıllık müzik yaşamında en büyük coşkuyu kocasının kendisi için bestelediği konçertoyu çalarken duydu 
*Türk müzikseverleri 30 kadar konçertoyu ilk kez onun parmaklarından dinledi 

Devlet operasının ilk yıldızlarından Mesude Çağlayan'ın daha öğrenciyken Ankara Halkevi Sahnesi'nde Butterfly operasını söylemesi büyük bir olay 1940'ların başkentinde. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel konservatuvar kürsüsünde yaptığı konuşmada o olaya da değiniyor ve şöyle diyor: 
-Ömründe bir kez bile opera geleneğinin kurulduğu ülkelerden birinde bir tek opera seyretmemiş evlâtlarımızın doğru bir yol göstericiliğiyle üç dört yılda ulaştıkları başarı, Türk ulusunun eğilimlerini ve yeteneklerini de kanıtlıyor. Bundan daha ulusal, daha özlü bir yaşam belirtisi olabilir mi? 
Milli Eğitim Bakanı Yücel, Türk hümanizmasının konservatuvardan doğacağını da vurguluyor o konuşmasında. 
-Türk hümanizması insanın yarattığı yapıtlara ayrılık gözetmeden değer veren, zamanda ve mekânda sınır tanımayan özgür bir anlayış ve duyuştur, diyor. Hangi ulustan olursa olsun insanlığa yeni bir düşünüş, yeni her yapıta bizim yüreklerimizin besleyeceği duygu ancak saygı ve hayranlıktır… 
Başta Cumhurbaşkanı İnönü, bakanlar, konservatuvarın öğretim üyeleri, öğrencileri içtenlikle alkışlıyor bu sözleri… Ferhunde Erkin o günü yeniden yaşar gibi. 
-Çağdaş Türk bestecileri bu düşünceden doğdu işte, diyor, böyle bir yaklaşımdan… Bugün Türk bestecilerinin yapıtları Batı ülkelerindeki çağdaşlarıyla aynı düzeyde. Dünya onları yeteri kadar tanımıyor, ama çalındığı zaman hayranlıkla alkışlıyor… 
Bir an dalıyor uzaklara, hayalinde bir yolculuk yapıyor belki de. Meğer Çankaya'ya, Mustafa Kemal ile konuştuğu günlere kadar uzamış bu hayal yolculuğu, gözleri parlıyor, yüzünün çizgileri geriliyor birden. 
-Atatürk'ün isteği de buydu, diyor. Atatürk Batı dünyasındaki büyük orkestralar, usta çalgıcılar yanında Türk sanatçıları da yer alsın isterdi. Her alanda Batı uygarlığı düzeyine ulaşmamızı isterdi. 
Derken gülüşü soluyor dudaklarında. Atatürk'ün müzik devriminde öncü bir kadın, değerli bir sanatçı olarak o ilk yıllarının hızını çok uzaklarda hissediyor, hatta yavaşlamış buluyor galiba. 

Kabak çekirdeğine sinirlenmeden 
O ilk yılların hızı müthiş gerçekten. Ankara gökleri senfoniler, konçertolarla çınlıyor neredeyse. Radyoda, halkevinde, konservatuvar salonunda konser veriliyor. O konserlerin hayli renkli öyküleri var. Çok sesli müziğe alışmak kolay olmuyor önceleri. Hatta konser salonlarını doldurmak sorun oluyor. Konservatuvar salonuna komşu bir kuruluştan, Mülkiye'den öğrenciler geliyor hafta sonlarında. Öğretim üyeleri, genç asistanları, Anadolu illerinden gelen delikanlıları konsere gitmeye zorluyorlar. Delikanlılar dinlediklerini önce yadırgıyor, kimileri Beethoven, Mozart, Bach denen bestecileri ilk kez duyuyorlar, ama bir iki derken kulakları alışıyor bu çok sesli müziğe. Adlarını bile duymadıkları müzik ustalarını sevmeye başlıyorlar. Konservatuvar konserlerinin gediklileri arasında Profesör Bahri Savcı'yı, Tahsin Bekir Balta'yı, Cahit Talas'ı anımsıyor Ferhunde Erkin. Sonra şimdi İmar ve İskân Bakanı olan, eski Ankara valilerinden Şerif Tüten'i. 
Ankara Halkevi salonlarında da halka açık konserler düzenleniyor sık sık. 
-O konserlerin görüntüsü, havası, bugün devlet konser salonunda gördüğünüz kalabalıktan çok değişikti, diyor Ferhunde Erkin. 
Konser dinlemeye gelenler kabak çekirdeği, gazoz ya da başka yiyecek ve içeceklerle bir eğlence yerine gelmiş gibi davranıyorlar. Bir konseri sessizce, saygıyla dinlemek alışkanlığı hayli güç kazanılıyor, ama kazanılıyor. Orkestra sanatçıları ve tek tek çalgıcıların bu eğitimde büyük rolü, özverisi var. Konserin en güzel yerinde bir gazoz şişesinin yere düşmesine ya da kabak çekirdeklerinin çatırtısına sinirlenmeden çalmaya devam ediyorlar. Çok sesli müziğe yabancı kulakların alışmasını, orkestrayla halk arasında bir diyalog oluşmasını bekliyorlar. Bir devrimin öncüleri olmanın bilinciyle çalıyorlar çalgılarını… 

Bir kahkaha bir öykü 
Halkevi konserlerinden sözederken bir kahkaha atıyor Ferhunde Erkin, kahkahanın gerisinde çok hoş bir öykü var: 
-Ziya Gevher'in başkanlığında durmadan konserler veriyorduk halkevinde. İlk günlerde halk salona saldırdı âdeta. Bir akşam annem, babam Feridun Bey (Feridun Cemal Erkin), Mukaddes Hanım kapıdan güç girmişler, babam ezilmekten korkmuş, ama büyük mutluluk duyuyor bir yandan. İçerisi tıklım tıklım. Boyacılar, hamallar, öğrenciler, gezici satıcılar bir arada. Halkevi sahnesinde "parasız" bir eğlence var diye girmişler. Biz sahneye çıkıp konsere başlayınca bir hamal fena içerliyor, "Ben karı oynayacak, şarkı söyleyecek sandım, bu utangaç bir kadın boynunu büküp sessizce saz çalıyor" diye küfrü basıyor. Kimi küfrü bastı, kimi bir daha uğramadı konser salonuna, ama bugünkü konserlerin kalabalığa o günlerden bir birikim… 
-Kaç konser verdiniz acaba? 
Sayısını bilmiyor, nasıl da bilsin, altmış yıl piyano çalmış durmadan. 

30 konçerto 
Birçok konçertoyu Türkiye'de ilk kez çalan piyano sanatçısı Ferhunde Erkin. Beethoven, Mozart, Mendelssohn, Tchaikowsky, Strauss, Chopin, Bach, Bartok, Roussell, Rachmaninoff, Saint Saens gibi müzik ustalarının konçertolarını Ankaralılar ilk kez Ferhunde Erkin'den dinliyorlar. Otuz kadar piyano konçertosu Türkiye'de ilk kez onun parmaklarıyla sesleniyor. 
Leipzig dönüşü, Cebeci'de Musiki Muallim Mektebi salonunda, Zeki beyin yönetiminde Beethoven'in do majör konçertosunu çalarak başlıyor bu konserler ve aralıksız sürüyor. Yıllar ilerliyor, kocası Ulvi Cemal Erkin de besteciliğinin güzel ürünlerini veriyor artık. Ferhunde Erkin sanat yaşamının en büyük heyecanını kocasının yapıtlarını çalarken duyuyor. 1940'larda Ankara'nın müzik ve sanat olaylarını izleyenler bir konser gecesini anlata anlata bitiremezler. Ulvi Cemal'in sevgili eşi için bestelediği piyano konçertosu yalnız kulakları değil, gözleri de yaşartan görkemli bir gece yaşatıyor Ankaralılara.   

Piyano konçertosu ilk kez çalınacak, orkestrayı Ulvi Cemal Erkin yönetiyor, solist Ferhunde Erkin. Yöneticiyle solist arasındaki sıcak rüzgâr, salondakileri de sarıyor, o güzel konçertoda, bir müzik devriminde güçlükleri birlikte aşan, birbirlerini seven, destekleyen bir kadın-erkek, bir karı-koca ilişkisinin ötesinde bir bütünleşmeye tanık oluyorlar. Besteleyen ve çalanı, yazan ve seslendireni bir arada yaşıyorlar. 
Kimileri de espri yapıyor, soruyorlar: 
-Nedir o sahnedeki âşıkâne pozlar, siz evli değil misiniz? 
-O konçertoyla, müziksel bir şölenle yeniden evlendiler, bir doruğa doğru tırmandılar, diyor yaşlı bir Ankaralı. Sonra da ekliyor, bizi de tırmandırdılar göklere doğru… 

* * * * * 

ULVİ CEMAL ERKİN, EŞİ İÇİN YAZDIĞI KONÇERTOYLA ÖDÜL KAZANMIŞTI

*Sanatçı, çift parçayı dinleyen Von Papen'in girişimi üzerine konser vermek üzere Almanya'ya gitti, bombardıman altındaki Berlin'de verilen konser Ferhunde Erkin'in anılarında ayrı bir yer tutuyor 
*Von Papen, sık sık gelirdi konserlere...

Ferhunde Erkin, notasında "Sevgili karıma" sözlerinin yeraldığı piyano konçertosuyla ilgili anılarını anlatırken; yıllarca önceyi yeniden yaşıyor. 
-Sonsuz bir coşku ve korku duyuyordum çalışırken. Ulvi konçertoyu yaprak yaprak verirdi bana. Bitirdiği bölümü çalışmaya başlardım. Önce çok güç geldi, sonra alıştım konçertoya. 
-Ulvi bey nasıl çalışırdı? 
Hüzünleniyor birden. 
-Çok güç koşullarda. Bu eve gelinceye kadar rahat bir çalışma odası yoktu. Önce müthiş dalgın olur, bir şey dinler gibi, sesler duyar gibi… Sonra kafasındakini piyanoda çalar ve yazar. Kimi zaman otobüste eliyle bir şeyler oluşturur, herkes bize bakardı. Ulvi seni deli sanacaklar, derdim. Beni duymazdı bile… Özel işaretlerle mimar gibi binayı kurar, sonra orkestra ederdi. Orkestrasyona geçtiği zaman piyanoya ihtiyacı kalmazdı. Armoni duygusu bünyeden oluşuyordu… 
Pleyel marka kuyruklu piyanonun üstünde duran fotoğrafa bakarak anlatmağa devam ediyor Ferhunde Erkin. Çerçevenin içinden Ulvi Cemal gülümsüyor. 
-Leipzig'deki profesörüm Weinreich'e de yolladım bestelerini. Ona çok güvenirdim. Renkli bulduğunu, beğendiğini yazdı. 
Bir kadının sevdiği erkekten, kocasından böylesine güzel ve saygılı söz etmesi çok hoş. Ancak Ferhunde Erkin, Ulvi beyden söz ederken en çok sanatçı kişiliğinden kaynaklanıyor. İki sanatçı birbirini hayli etkilemiş, sanatçı kişiliklerine de büyük saygı duymuşlar yaşam boyu. 
Yeniden piyano konçertosuna dönüyoruz. Bu konçerto Cumhuriyet Halk Partisi'nin müzik dalında sanat ödülünü kazanan yapıt. O yıllarda tek parti dönemi, Atatürk'ün Batı uygarlığını amaçlayan politikası doğrultusunda çalışmalara parti merkezi de büyük önem veriyor. Ressamlar Anadolu illerine yollanıyor, sergiler, yarışmalar düzenleniyor, ödüller dağıtılıyor. 
Ulvi Cemal Erkin de eşi Ferhunde için yazdığı piyano konçertosuyla müzik ödülünü alıyor. 
-Ferit Alnar Kanun Konçertosu'nu, Adnan Saygun Oratoryo'yu aynı dönemde yazdılar… 

Berlin öğrencilik yıllarının kenti değil 
Piyano konçertosu ilk kez Ankara radyoevi salonunda çalıyor. 
-Çocukları operadan bir korocuya bırakmıştık. Çarpıntıdan ölecek gibiydim. Ulvi de öyle. Büyük stüdyonun kapısında durdum. Büyük bir yorgunluk hissettim birden. Piyanoya kadar nasıl yürüyeceğimi düşündüm. Sonra, toparlandım, yürüdüm, piyanoya oturdum, başladım ve sürdürdüm çalmayı. 
Yaşar gibi konuşuyor Ferhunde Erkin. Dinleyen de yaşıyor o geceyi. Konseri dinleyenler arasında Alman Büyükelçisi Von Papen de var. Sanatçı karı-kocanın ortak ürününden Alman diplomat da çok etkileniyor. 
-Bu konçertoyu Almanlar da dinlemeli, diyor. Berlin'de bir konser için girişimler yapıyor. Çok geçmeden Berlin yolu açılıyor Erkin çiftine. 
-1943 yılında Ulvi ile birlikte bir askerî uçağa bindik, Berlin'e uçtuk. Necil de (Necil Kâzım Akses) bizimle beraberdi. Berlin konserinde onun Ankara Kalesi adlı senfonik şiiri de çalınacaktı. İlk uçak yolculuğum bu. Kalbim çarpıyor, çocuklarımı düşünüyor, korkuyorum. Berlin öğrencilik yıllarımda gittiğim kent değildi artık. Her yerde savaşın dehşetini hissediyorduk. Gittiğimiz gece alarm verildi. Saatlerce otelin karşısında bir sığınakta kaldık. Bombalar altında bir kent ama Berlinliler bombalar altında da müziği vazgeçilmez bir ihtiyaç gibi hissederek sessizce konser dinliyordu. Buna hayran oldum. Berlin Kent Orkestrası da beni çok etkiledi. Berlin elçimiz Saffet Arıkan'dı o zaman. Konservatuvarın kuruluşunda Milli Eğitim Bakanı olarak büyük çaba gösteren Arıkan, bu konserden büyük mutluluk duyuyordu. Konserden sonra yine sığınağa gittik. Ertesi sabah da Viyana'ya hareket ettik. Universal Edition ile görüştü Ulvi, piyano konçertosunun notasını bastılar. 
Atatürk'ün müzik devriminde öncü bir kadın piyanist Ferhunde Erkin, bir Batı ülkesinde, çağdaş Türk bestecilerinin sesini duyuruyor bombalar altında. 

Von  Papen konsere gelince

Alman Büyükelçisi Von Papen belki de İnönü, Saraçoğlu ve öteki bakanlarla bir arada olabilmek için sık sık geliyor konserlere. Von Papen’in varlığı da orkestra sanatçılarını ikiye bölüyor. Yahudi asıllı sanatçılar, ya da Nazi rejimine karşı olanlar Von Papen ile karşılaşmak istemiyor hiçbir zaman. Türk devlet adamları da bu davranışa saygı duyuyor. Konseri izleyen toplantılar iki ayrı odada düzenleniyor.

- Yahudi değildi ama Von Papen ile karşılaşmaktan Carl Ebert de hoşlanmazdı. Hitler’e karşıydı, diye anımsıyor Ferhunde Erkin. 
 İnönü Klâsik Batı Müziği'ni, Türk çalgıcı ve bestecilerini çok destekliyor. Başbakanlığı, cumhurbaşkanlığı, muhalefet liderliği dönemlerinde, sonra aktif politikadan, CHP genel başkanlığından ayrılıp kontenjan senatörü olduğu zaman Devlet Konser Salonu'na en çok gelen devlet adamı olarak tanınıyor müzik çevrelerinde. Ferhunde Erkin, İnönü'nün dinledikleriyle yetinmediğini söyleyerek bir örnek veriyor: 
-Haensche, diye bir kemancı vardı konservatuvarda. Sonra Ankara'dan ayrıldı, bir oda orkestrası kurarak yeniden geldi. Birkaç konser verdi, İnönü o konserleri dinledi. Sonra da "Bizim neden oda orkestramız yok" diye sordu bana. Çok yoğun çalıştığımız zaman bir oda orkestrasına vakit ayıramadığımızı söyledim.  

Üretken yıllar 
1940'lı yıllarda Ulvi Cemal Erkin için üretken bir dönem. Senfoniyi de bu dönemde besteliyor. 
-Ulvi bu senfoniyi iki yılda tamamladı, diyor Ferhunde Erkin. 1944 ile 1946 arasında. Senfoni bittiği zaman Praetorius ölmüştü, devlet konservatuvarındaki konseri Ulvi yönetti. Sonra da Prag Bahar Şenlikleri'nde çalındı bu senfoni. O aralık Kubelik geldi Ankara'ya. Bir Çek orkestra şefi, senfoniyi dinledi ve Çekoslovakya'da da çalınmasını istedi. Çocuklar küçüktü, Prag'a yalnız gitti Ulvi.  

1947 yılında bir Türk bestecinin Prag baharında yer alması büyük olay. Mayıs ayında düzenleniyor Prag baharı. Her taraf mor leylâklar içinde. Barok mimarlığın güzel örnekleriyle görkemli bir kent olan Prag'a dünyanın her köşesinden müzik ustaları, oda orkestraları, yöneticiler, çalgıcılar geliyor. Bunlar arasında bir de Türk besteci yer alıyor. 
Atatürk'ün müzik devriminde güzel bir aşama daha… 
Ferhunde Erkin, o yılları anlatırken çok duygulanıyor ve hüzünleniyor. 
-Keman konçertosu da aynı dönemin ürünlerinden, diyor. Bir yıl çalıştığı bu konçertoya 1946 yazında başladı. 1947 baharında bitirdi. Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası eşliğiyle Lico Amar seslendirdi ilk kez, 1948 yılında bir Nisan akşamı. 

* * * * *  

FERHUNDE ERKİN, SUNA KAN'LA 6 YIL BİRLİKTE ÇALDI

*Erkin'ler Suna Kan'ı küçük bir kızken tanıdılar 
*Suna Kan'la verdikleri konserler arasında Gaziantep turnesinin ayrı bir yeri var Ferhunde Erkin'in anılarında. Salon bulunmadığı için bir pavyonda konser vermek zorunda kalmışlar 

Lico Amar Devlet Konservatuvarı kurulduktan sonra uzun yıllar öğretim üyeliği yapan, birçok öğrenci yetiştiren, usta yayıyla bir çok konsere renk veren bir kemancı. Suna Kan'ın da ilk öğretmenlerinden. Ankara'ya Hermann Scherchen geldiği zaman Lico Amar, o zaman küçük bir kız olan Suna Kan'ın elinden tutuyor. Erkin'lerin evine götürüyor. Ferhunde Erkin, Suna Kan'a eşlik ediyor, Scherchen dinliyor. 
Hermann Scherchen Almanya'nın iyi tanınmış orkestra şeflerinden biri, Ankara'ya iki kez geliyor. Cumhurbaşkanlığı orkestrasıyla birlikte Bach si minör suitini çalıyor. İkinci gelişinde bir Beethoven şöleni yaşanıyor, Ankara'da. Dokuz senfoni birden çalınıyor. Scherchen ayrıca müziksel konferanslar veriyor. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi salonunda verilen bu dört konferans büyük ilgi görüyor Ankaralılardan. O konferanslardan birinde yaşanan bir olayı da gülümseyerek anımsıyor müzik çevreleri. 
Scherchen kürsüde, yanında Cevat Memduh Altar, Devlet Konservatuvarı'nda öğretmen, radyoda müzik yorumları, söyleşiler yapıyor, çok da iyi Almanca biliyor. Scherchen'in konferansını Türkçeye o çeviriyor. Ama konuşmanın bir yerinde salonun ortasında bir genç adam ayağa kalkıyor birden. O genç adam Nusret Hızır. Çevirinin yanlış yapıldığını söylüyor. Cevat Memduh Altar dalgınlık ve heyecanla önemli bir yeri atlamış, anlam değişivermiş, Nusret Hızır'a teşekkür ediyor. 
-Bu çok etkileyici bir tabloydu, diyor Ferhunde Erkin, bir müzik konferansının nasıl dikkatle izlendiğini belirtiyor, yanlışlara susulmadığını, tepki gösterildiğini. 
Tepki göstermekten Ferhunde Erkin de geri kalmıyor hiç. Özellikle bir konserde susmaktan hoşlanmıyor, düşüncesini açıkça söylüyor. Susmayı müziğe saygısızlık sayıyor. 
-Ulvi benden beterdi. Çocuk gibi ayağa fırlar, böyle çalınmaz, diye bağırırdı. Toprağı bol olsun, Lessing bir kez ağlamaklı oldu, Ulvi yanlış yoruma üzülüp salondan çıktı, Lessing geldi arkadan. "Ben bir Erkinoloğum, senin müziğini çok seviyorum, böyle tepkiler beni mahvediyor" dedi ama Ulvi müzikte yanlışlığı affetmezdi hiç. 

Pavyon ışıklarında Beethoven 
Değerli piyanist evinde keman çalan o küçük kızın yeteneklerini çok erken hissedenlerden biri. Ama bu küçük kız büyüyüp de usta bir kemancı olduğu zaman birlikte konserler vereceklerini düşünmüş müydü acaba? 
Suna Kan 1960'ta Ankara'ya gelince sürekli olarak bir piyanistle çalışması gerekiyor. O piyanist de Ferhunde Erkin. Altı yıl birlikte çalıştılar. 
Suna Kan şöyle sözediyor bu beraberlikten. 
-Ferhunde hanımdan çok şey öğrendim, çok müzikal bir sanatçıdır. 
Ferhunde Erkin ise şöyle diyor. 
-Suna ile birlikte nefes alıyorduk… 
Altı yılın öyküsü birlikte çok güzel nefes aldıklarını kanıtlıyor. Önce Anadolu konserleri var. 
-İstanbul, İzmir, Bursa dışında iki kez Gaziantep'e gittik, diyor, çocuksu bir gülüşle Gaziantep yolculuğunun serüvenlerine dalıyor, otomobilden ödüm kopar, ama konser için korkuyu geride bıraktım. Ankara'dan taksiyle gittik Gaziantep'e. O zaman bir filarmoni derneği vardı Gaziantep'te. Şimdi ne oldu acaba? Gaziantepli gençler bizi karşıladılar. Çok hoş çocuklardı. Tabii bir konser salonu yok o zaman. Belediyeden ceza yemiş bir pavyonda yaptık konseri. Piyano iyiydi. Pavyon ışıkları altında Beethoven çaldık Suna ile. 
İki kadın sanatçımız bir serüven de Pakistan'da yaşıyorlar. Yıl 1964. Karaçi'de elçiliğimizde bir konser veriyorlar. Sonra Lahor'a gidiyorlar. Bir salonda konser vermeye hazırlanıyorlar. Yalnız piyano yok. Suna Kan, Ferhunde Erkin'e saygı içinde, piyano eşliği olmadan çalamayacağını söylüyor. O yıllarda Lahorluların Klasik Batı Müziği sevgisi gelişmemiş yeteri kadar. İki Türk kadın konser verecek, diye duyunca şarkı bekliyor o kalabalık. Şarkı söylenmeyince çok bozuluyor, ille şarkı, diye tutturuyorlar. 
Atatürk'ün müzik devriminde öncü bir kadın olan Ferhunde Erkin, görevinin bilinciyle kalabalığa dönüyor birden. 
-Dinleyin, diyor. Size Atatürk'ün müzikte neler yaptığını anlatacağım. 
Güzel İngilizcesiyle, büyük bir rahatlık içinde konuşmaya başlıyor. Müzik devriminin tarihçesini özetliyor. 
-İşte biz, o devrimle yetişen değişik kuşaktan iki Türk kadını da bu kardeş ülkeye geldik. Bir piyano olsaydı size çeyrek sesli müziğimizden, folklorumuzdan yararlanarak çağdaş Türk sanatçılarının yarattığı yapıtları da dinletecektik… 
Sessizce, ilgiyle dinliyorlar bu sözleri… 
-Suna ile ilk konserlerimizde ilginç olaylar yaşarız her zaman. 1962 yılında Beyrut'ta ikinci konserde Suna birden şişmanladı. Kabakulak oldu. O zaman Vahit Halefoğlu elçiydi Beyrut'ta, Suna'yı onlara bıraktım, ben yalnız döndüm Ankara'ya. İlginç konserlerimizden birini de Kıbrıs'ta verdik. 1961 yılında, Rum kesiminde büyük bir sinema salonunda Fazıl Küçük ve Makarios yan yana dinlediler bizi… 
Strasbourg Madrid konserlerini anımsıyor sonra. 
-Madrid'e Ulvi ile birlikte gitti, Suna keman konçertosunu çaldı orkestrayla, elçiliğimizde de birlikte bir konser verdik.  

O konserlerden resimler var albümünde. Madrid elçiliğimizde Ulvi Cemal eşinin yanında oturuyor, notaları çeviriyor. Madrid elçimiz rahmetli Adnan Kural o zaman. Eski dışişleri bakanlarından Selim Sarper'in damadı. Madrid Sefiresi Ülker Kural, Ferhunde hanımın ilk piyano öğrencilerinden biri Ankara'da. 
Ferhunde Erkin sevgiyle gülüyor. 
-Ulvi, Suna'yı çok sever, beğenirdi. 1965 yılında Brüksel'deki uluslar arası fuarda keman konçertosunu Suna'nın çalmasını istedi. Suna oğlu Ömer'e gebeydi o zaman, Paris'ten Brüksel'e gelemedi, konçertoyu Ayla Erduran çaldı. 
Suna Kan önce Paris'te hocası Gabriel Bouillon ile çalışıyor bu konçertoya, sonra da Ankara'da Ulvi Cemal ile birlikte. 
-Ulvi piyanoda eşlik ederdi Suna'ya, uyarılar yapardı, Suna çok sevdiği bir sanatçıydı, dinlerken duygulanırdı çok. 
-Ölümünü de ilk kez Suna'ya bildirdik diyor. On yıl önce bir Eylul gecesi birden Sevin'in kollarında gidiverdi. Damadım Muammer hemen Suna'yı aradı…

* * * *

ATATÜRK, FERHUNDE ERKİN'DEN KOCASI GİBİ BESTECİLİKLE İLGİLENMESİNİ İSTEMİŞTİ

*Ferhunde Erkin: "Ulvi bir kalp kriziyle gözlerini kapadı, ama müziğiyle yaşıyor" 

Ferhunde Erkin kocasından bir çağrı almış gibi içgüdüsüyle radyoyu çeviriyor birden. 
-Müzik bizi birleştirir her zaman, diyor. Onu dinlerken öldüğünü unutur, yaşadığını hissederim yeniden. Sevgim, saygım tazelenir. Bir kalp kriziyle gözleri kapandı ama ölmedi Ulvi, müziğiyle yaşıyor… 
Bu sözlerin gerçeğini 19 Mart akşamı Devlet Konser Salonu'nda tepeden tırnağa yaşadı Ferhunde Erkin. Siyahlar içinde müthiş şıktı, konuşurken sesi, dokununca elleri titriyordu, gözleri bir beklenti içinde, kocasının yapıtlarını çalacak orkestrayı, Gürer Aykal'ı, Bahar Tokay'ı kucaklıyordu gözleriyle. 
Ölümünün onuncu yıldönümü nedeniyle 1982 yılı boyunca Türkiye'de ve dünyada Ulvi Cemal Erkin'in yapıtları çalınacak. Türkiye konserleri İzmir'de başladı, dünya konserleri Temmuz'da Amerika'da başlıyor. Gürer Aykal, Suna Kan, İdil Biret birkaç konser verecekler New York'da, Washington'da, Erkin'i de çalacaklar. 
Önceleri Ankara'da 19 Mart akşamı düzenlenen anma konserinin programında keman konçertosu da vardı. Suna Kan çalacaktı, hastalığından ötürü çalamadı. Değerli kemancı ameliyattan sonra bir an önce iyileşerek, Ulvi Cemal'e seslenmek istedi, ama mümkün olamadı. Ferhunde Erkin, Suna Kan ve Faruk Güvenç çiftinin çok yakın dostu. Yeşiltepe'de yan yana bloklarda oturuyorlar. Ameliyattan sonra her gün Suna'yı görmeye gidiyor, konser için üzüldüğünü görünce şöyle diyordu. 
-Suna bu konçertoyu daha çok uzun yıllar çalacaksın, tam iyileşmeden kalkman doğru değil, ben çok üzülürüm. 
Suna Kan yoktu, ama anma konserinde unutulmaz bir gece yaşadı Ankaralılar. Erkin'in yapıtlarından bir program, orkestrayı Gürer Aykal yönetiyor, piyanoda Bahar Tokay çalıyordu. Şimdi İstanbul Konservatuvarı'nın piyano öğretmenlerinden olan Bahar Tokay, Ankara Konservatuvarı'nda Ulvi Cemal Erkin'in öğrencisi, değerli bestecinin piyano ve orkestra için bestelediği Konçertant Senfoni'yi güzel çaldı. Alkışların sonu gelmeyince, ikinci bölümü tekrarladı. Bu bölümü mistik bir hava içinde yazmış Erkin. Piyano kimi zaman tek başına, kimi zaman bir vurma çalgı gibi kullanılıyor. Bahar Tokay çok güzel çaldı bu bölümü, Ferhunde Erkin genç piyanisti dikkatle izliyor, bakışlarıyla kucaklıyordu. 
-İyi çaldı, orkestrayla güzel bütünleşti, diyordu… 
Konçertant Senfoni'de senfonik bölümde de ölümün hüznü vardı biraz, bir perdenin açılması ve kapanmasını, başlangıç ve sonu hissettiren bir müzik, karanlık ve aydınlık birbirine karışıyor, sevgi, özlem, coşku arasında ölümden bir esinti de hissediliyordu. Ferhunde Erkin müthiş gergin dinledi senfonik bölümü, bu dinleyişte daha çok sevdiğini söyledi kızlarına. Bu yapıtın yazıldığı dönemin bunalımlarını yeniden yaşar gibi dalgındı. Böylesine coşkulu, renkli, esintiler içinde bir bestecinin eşi olmak kolay değil elbet… 
-Ulvi bunu yazdı ama dinleyemedi, dedi hüzünle. Ben çocukları alıp İstanbul'a Dragos'a gittim o Ankara'da kaldı, bitirince geldi tatile… 
Köçekçe başlarken gözleri parladı Ferhunde Erkin'in, 
-Salon coşacak şimdi, dedi. 

Ulvi Cemal her duvardan bize bakar gibiydi 
Ulvi Cemal, geçmişten geleceğe müziksel bir köprü kuruyor bu dans rapsodisiyle, gökkuşağı gibi renkli, görkemli bir yapıt bu, konser dinleyicileri bu gökkuşağını alkışlarıyla aştılar, tempo tuttular, Gürel Aykal karşılıksız bırakmadı bu coşkuyu, son bölümü yeniden çaldılar. 
Ferhunde Erkin'e koştu dostları, öptüler, kucakladılar, kızları, torunları sardı çevresini. 
-Bundan güzel bir anma konseri olamazdı, dediler. Ölümü ve ölümsüzlüğü iç içe hissettiklerini söylediler. Ferhunde Erkin biraz uzaklardaydı birden döndü. 
-Haydi bize gidiyoruz, dedi. Arabalar Yeşiltepe'ye yöneldi. 
Bir piyanistin elleri mutfakta da çok usta oluyor, zeytinyağlı pazı dolmaları, muska börekleri çok nefisti. Her konukla ayrı ayrı ilgileniyor, bir an oturamıyordu Ferhunde hanım. Mithat Fenmen'e takılıyor, Gürer Aykal'ın yeni frakına göz atıyor, herkese lâf yetiştiriyordu, yetmişinde bir genç kız gibiydi. 
-Bakın Refik Epikman'ın yaptığı portremi Ulvi'nin karşısına astım bugün… 
Refik Epikman'ın portresi çok güzel, Ulvi Cemal de her duvardan bize bakar, kadeh tokuşturur gibi. Faruk Güvenç, Ayşe Ekşi, Ayhan Baran, Gürer Aykal, Kâmran Gündemir de Ulvi Cemal ile konuşuyorlar. 
-Sen müthiş bir sanatçısın, sen başka bir kumaşsın, sen çok güç, ama çok güzelsin, diyorlar… Ulvi Cemal'in müziğiyle dünyayı kucaklayarak Atatürk'ün 100.doğum yıldönümünde çağdaş Türkiye'nin en güzel uzantısı olduğunu söylüyorlar. 
Atatürk Ulvi'yi görünce bana sordu 
-Atatürk Ulvi Bey'i tanıdı mı Ferhunde hanım?.. 
-Konukları olunca bizi Çankaya'ya çağırdıklarını anlattım. Ulvi'yi görünce bana sordu bir, 
-Bu kim?.. 
-Kocam Paşam… 
-Ne yapıyor?.. 
-Besteci… 
Atatürk birden çok ilgilendi. 
-Bu önemli bir şey, o bir yaratıcı, dedi. Benim de besteyle uğraşmamı, yaratıcı olmamı söyledi. 
Ferhunde Erkin durakladı. 
-Atatürk çağdaşlık yolunda Türk kızlarının müzik dalında da geri kalmamasını istiyordu bence. Keşke mümkün olsaydı. Ben besteci olmadım, ama konser verdiğim dönemlerde çağdaş Türk bestecilerini çalarak bir gelenek kurdum. Konserlerimin ikinci bölümünde kocamı, Necil'i, Adnan'ı çaldım. 
Birden geriye çekiliyor, yaptıklarını anlatmaktan hoşlanmıyor her zamanki gibi. 
-Müziği sevdim, önem verdim, var gücümle çalıştım ama önemli bir şey yapmadım, diye kesiyor konuyu.  

Altmış yıl piyano çalan ellerine bakıyorum saygıyla. Müzik dünyasının büyük ustalarının konçertoları, çağdaş Türk bestecilerinin yapıtları çınlıyor kulaklarımda. Konser salonlarının kalabalığı canlanıyor gözümde. O konçertoları, senfonileri ilk kez bu eller çaldı, o konser salonlarının kalabalığında bu ellerin birikimi var. Hâlâ da önemli bir şey yapmadım, diyor Ferhunde Erkin! O ne derse desin yaptıklarını tarih yazacak bir gün. Gelecek kuşaklar da bir müzik devriminin öncüsü olarak selamlayacaklar o küçük kızı… 




Suna Kan ve Ferhunde Erkin Kıbrıs'ta Rauf Denktaş ile (3 Mayıs 1961)
Necdet ve Ferhunde Remzi kardeşler (1920)

  Copyright © 2009 Ferhunde Erkin | Hakkında