"Şölen", Hürriyet gene Hürriyet, Hasan-Âli Yücel
Şöleni veren, ne bir hakan, ne bir kumandan. Bir hanım… Şimdi iki güzel çocuğun annesi olan bu hanımı, Mütareke günlerinden tanırım. Darülfünundaki toplantılarımıza babaları General Remzi Yiğitgüden (o vakit binbaşıydı), erkek kardeşiyle beraber onu getirir; biri piyanoda, öbürü kemanıyla bize konserler verirlerdi. Küçük Ferhunde ve daha küçük olan Necdet, narin cüsseleriyle, yanan Zeyneb Hanım konağının üst kat salonunda, o zaman hiç moda olmayan alafranga musikî eserlerini bize tanıtırlar, hattâ sevdirirlerdi. Bu konuda ilk hocalarımız, bu iki çocuktu, diyebilirim.
Ferhunde Erkin, her şeyinde Türk olan bu havanın içinde heyecandan benzi solmuş, François Couperin'in klavsen için yazdığı parçalardan biriyle konsere başladı. Tekerrür eden musiki cümleleri, bir türlü zihnimden gitmeyen hâtıralar gibi durup durup seslenirlerken hafızam, otuz yıl öncelere uçuyordu. O zamanlarda alafranga musiki için, şişlenmiş köpeğin feryadı teşbihi pek edebî bir benzetme sayılırdı. Halbuki bu teşbihi yapanların çağdaşı bizler, Couperin'i şölenimize gelmiş bir ecnebi misafir gibi ahbabça karşıladık dinledik, zevk aldık.
Sonra Chopin… Ömrünün yarısına varmadan ölecek kadar içli, bu garip Polonya muhacirinin yürekleri parçalayan nağmelerinde, sanki son yılların bu millete çektirdiği acılara mersiyeler inliyordu. Bir milletin ıstırabı milletlerin ıstırabı olmadıkça insanlığa kurtuluş mümkün mü? İşte o ıstıraplar, piyanonun ak-kara dişlerine dokunan parmaklarla dile geliyordu. Ölümünden sonra geçen 106 yıl içinde nice nice acıklı olay, bu nağmelerin tülden kefenine büründü. Onun Cenaze Marşı, gün geçmedi ki bir faninin son karargâhına yol açmasın. Bu harika his ve ses yaratıcısını kendimizden saymamak elde mi?
Daha sonra Johannes Brahms… Melih yüzü, yumuşak bakışları, uzun beyaz saçı ve sakalı tatlı nağmelerinin arasından gönlümüze şefkatle yansıyan bu Hamburglu ihtiyar, genç sesini Alman ülkelerinden Ankara'nın bu köşesine kadar, sanki üstünden 60-70 yıl geçmemiş bir tazelik içinde, bir kaynağın akışı sessizliğiyle bize duyurdu.
Couperin, Chopin, Brahms ve daha kimler?
Ferit Alnar, Necil Kâzım Akses ve Cemal Reşid Rey'ler…
Apaçık söyleyeyim ki, bu isimleri yazdıktan sonra arka arkaya okuduğum zaman içimde yepyeni, yaratıcı ve bizden bir musikinin sesini duydum. Ferhunde kızımız bizim "yamaçlar"dan, bizim "denizlerimizin kıyısı"na iniyor; çocuk Ferid'in kanunla yaptığı, Şehzadebaşı salonlarında dinlediğimiz taksimleri andıran "İmprovisation"unu çalıyor; "oyun havası"na sıra geldiği vakit Anadolu'nun bazen kabadayıca ağır, bazen hoppaca kıvrak parmakları piyanoyu inletiyordu. Necil'in Ninnisi, beşikteyken duyup şimdi unuttuğumuz, analarımızın sesi… Ve nihayet büyük Türk musikisi sanatçısı Cemal Reşid… Bize "bizliğimizi" duyuran bu adamlara bir defa daha minnet duydum. Konser bitmişti, alkış devam ediyordu. Ferhunde Erkin, tekrar piyanonun başına geçti. Bu defa eşinin, Ulvi Cemal'in bir parçasını çaldı. Gitti. Alkış bitmiyordu. Döndü, gene Ulvi'nin, "Ağlama yâr ağlama" isimli küçük parçasını piyanoya söyletti. Ağlama yâr ağlama!..
Gel de ağlama!..
Bu parça, konserin bir gözyaşı damlasıyla noktalaması oldu.
Ali Remzi Bey, eşi Nazmiye Hanım ve çocukları Ferhunde, Necdet ve Mücteba (1920'li yılların ilk yarısı)