ÜMİT MECMUASI
Ramazan Nüshayı Fevkelâdesi
Müdürü: Tarık Mümtaz
17 Ramazan 337 - 1921
2.nci Sayı
Ayda bir defa neşrolunur, Mecmuayı edebiyedir.
GALATASARAY MÜSAMERESİ
Ferhunde ile Necdet'in Muhterem Ebeveynine,
Tahassürle beklediğimiz insanlığın en hakikî bir timsali olan Fikret'in, o gürültülü Meşrutiyet seneleri esnasında mübarek elleriyle süslediği ve necib ruhunun bütün hararetiyle ısıttığı muhteşem mektepte, bilmem kaçıncı müsamerelerden biri veriliyordu.
Yalancı hamiyet, şeytanî vatanperverlik ve fırkacı teessür, bezgin ruhlarımızı nasıl isyana tahrik ediyorsa, faydasız ve çok zararlı maksatlara alet edilen müsamere kelimesi de her nedense, halka o kadar fena bir yılgınlık getirmiş. Hatta biz bile müsabahamızı hasrettiğimiz bu çok müfide müsamereye ait dâvet kartları üzerindeki birkaç satırı okurken, hiçbir şey anlayamamış ve bu yılgınlık tesiriyle dudağımızı bükmüştük.
Bir günahın itirafı kabilinden bu satırları yazarken, derhal vedâ etmek mecburiyetinde bulunduğumuz sakim an'anemizi, hodbin bir âdetimizi ehemmiyetle kaydetmeyi, ihmali hiç câyiz olmayan bir vazife biliyorum.
Fazilet rütbesinden, dehâ pâyesinden hiç haberdar olmayan, muhafazakâr bir zümre var. Bunlar şahsiyetleri, ya gazete sütunlarında haklı, haksız ihraz ettikleri şöhretleriyle, yahut isimlerinin evvelinde sıralanan resmî tarifat edebiyatının mutantan elkabiyle tanımak istiyor. Halbuki, o küçük müsamere şartları üzerinde beyhude yere aranan bu şeylere bedel, bugün nefis bir mısra mâhiyetini alan sade bir cümle sunuyordu: İki Türk kardeşin müsameresi…
Devlet Salnâmesinde ismi ve gazetelerde resmi bulunmamaktan başka kabahati olmayan bu zavallı yavrularla bütün hayatını bu bir çift parlak dehaya vakfeden pederleri isyan ve infialini en menfur bir teşebbüs halinde izhara kadar vardıran o hodgâm zihniyet karşısında isimsizliğin, tevâzuun ne elim bir işkencesini çektiler, ne azaplı ve heyecanlı dakikalarını yaşadılar bilseniz!
Fakat buna rağmen Fikret'in:
Senden kopar, koparsa bu boşlukta bağdaten diye, o ateşli hak sesini beklediği mektebinin havası ve bugünkü hayrülhalefinin cephesi kadar geniş olan ruhu, o muhteris çehreyi mânevî bir sille gibi çarptı ve günün en samimî hatıralarından biri olarak yâd edeceğimiz bu müsamere, başından sonuna kadar heyecan ve cûşeş arasında ve hür bir hava içinde ikmal edildi.
Bu minimini dehâları bilerek, bilmiyerek rencide edenler için eminiz ki zaman, zamanı vecd hâline gelen o fikrî mahşerin azameti kadar şedid bir cezâ tasavvur olunamaz. Onlar sırf yukarıda kaydettiğimiz basit mütalâalar sevkiyle, bu günü men'etmek istiyorlardı. Halbuki bu hareketleriyle hayırlı bir güneşin inhisafını temenni ettiklerinden haberdar mıydılar acaba?
Fikret'in büyük ruhunun neş'e ile aramızda dolaştığı o gün "iki Türk kardeş" diye dudaklarımızı büktüğümüz Ferhunde ile Necdet, bizi tanımayanlara Türk semâsının meçhul ufuklarından birini daha daha gösterdi. Hem de en muannid âmâ görmezlik ile mâlul olanların bile gözlerini kamaştıracak bir şâşaa ile… Müsâmereye sahne olan o büyük salon, Türk tarihinin en mukaddes kahramanları olan Âli Osman Hanedan-ı Kerâmı, memleketin yüzlerce münevver evlâdı ve birçok misafirlerle dolmuş ve tarihî bir mâhiyet iktisab etmişti. Nihâyet de lâl renkli gümrâh bir ışıkla dolan sahne, güneşin doğduğu ufuklara ait bir parça ve perdede bunun üzerine çekilmiş siyah bir yağmur bulutu gibiydi. Şedid bir merak ve tecessüsle beklenen an geldi ve o siyah perde sıyrıldığı zaman bunaltıcı bir ziya yağmuru altında şaşalayan iki yavru göründü. İşte "iki Türk kardeş" bunlardı. Büyüğü henüz onbir yaşına girmemiş olan bu güzel çocukların alnında dehanın en parlak nurları vardı. Çocukluğun en yaramaz bir devrinde bulunan bu kardeşleri görünce insana hemen koşuşup oynamaya başlayacakları zannı geliyordu. Halbuki, onlar bu yolu çoktan geçmişler ve bu vakitsiz kemâle belki de ezelden ermişlerdi.
Almanların "Wunderkind" dediği, bu hayret verici çocukların huzuru bize o kadar mânevi bir huşu verdi ki bilâ ihtiyar toplandık ve ruhâni bir merâsim karşısında bulunur gibi göğsümüzü kavuşturmak için garip bir mecburiyet hissettik. Etrafımızda cereyan eden hâdiselere hiç benzemeyen bu haller, aceba dehâya ait emâreler miydi?
Pugnani, Bach, Paganini, Schumann, Hubay gibi Garp ustâzade musikisinin en müşkül eserlerini bir üstad itimad ve telâkisiyle çalan bu çocukların musikîdeki kudretini selâhiyet ve behremizin hâricinde olduğu için maatteesüf lâyık olduğu kadar tasvir edemeyeceğiz. Bize bu müsâmerede terbiyeye ve ruha taalluk eden bâzı şeyler var ki onları duyduğumuz ve gördüğümüz gibi samimiyetle naklediyoruz.
Birgün Darülfünun kubbesi altında terennüm ettiği ilâhî bir hutbe ile beşbin Türk vatanperverini çıldırtan, heyecanın maverâlarına sürükleyen farkı ırak teesürü lâyemutî, bu müsameredeki heyecanı görseydi, çok samimî bir aşkla sevdiği vatanı namına eminim ki bu çocukların mazhariyetine gıptelerle sevinirdi. Çünki heyecanın günah sayıldığı bu diyarda Üstad'dan sonra o tatlı cüşeşi, ilk defa olarak bu iki yavru husule getiriyordu. Her iki müsamerenin de hâmileri bulunan Veliaht-ı Saltanat Hazretleri gibi senayii nefise ve musikîde çok salahiyetdar olan bir Zât-ı Mübeccelin çocuklarla fevkalâde alâkadar görünmeleri ve konserin sonuna kadar ehemmiyetle meşgul olmaları, bu müsamere hakkındaki ihtisasımızın samimiyetini ne canlı teyid ediyordu. Müşarülileyh Hazretleri, "Kara bir gün" muharriri eşherinin hutbesini dinlerken nasılsa, Ferhunde ile Necdet'in karşısında da o kadar müteheyyiçti. Başlı başına tetkik ve tetetbuu terbiye üstadlarının uhdesine terettüb eden mühim bir vazife olan bu çocuklara karşı fahrî kardeşleri olan Darülfünun medresesinin kadirşinas derneği, bir buket hediye etmek suretiyle vazifesini yaptı.
Ben de, kesif bir kütle ortasında yüzlerce suale cevap veren ve her taraftan yağan takdirlere mukabele eden bu terbiyeli çocukları, göğsüm iftiharla dolu seyr ediyor ve ellerini sıkmak için bir kenarda sıramı bekliyordum. Kadın erkek birçok ecnebi züvvarin kollarında gezen bu şayan'ı hayret eserlere yaklaşarak, bir aralık serbest kalan Necdet'in elini tuttum. Ne garip bir tecellî idi ki, bir saat evvel isimsizliği bir günah addedilen bu çocuklar, o anda İstanbul'un bütün mütefekkirinin kalbinde ve hafızasında yaşıyorlardı. Artık muhafazakârlığı hodgâmlığa karıştıran o müteassıp zümrenin, hörmet ve takdire mecbur bulunduğu bu dehâya açılan goncalarla lâyık oldukları derecede meşgul bulunmakta bir mahzur kalmamıştı. Ben hayran ve müteessir bir gazeteci gibi sualler soruyordum, onlar da kemâle ermiş ve bezmiş bir üstad gibi cevaplar veriyordu.
Allah korkusunu, padişah muhabbeti, din gayretini birkaç kelime içinde büyük bir saffet ve îtikad ile anlattıktan sonra son söz olarak: Üstadlardan en çok Beethoven'i severim, çünki "triste"dir, dedi.
Ben hem bu mülâkattan, hem de şerefinde hepimizin müşterek bulunduğumuz o günkü mazhariyetten dolayı bu hayırlı yavruları derağuş ederken "siz Beethoven'i seviyorsunuz, fakat sizden sonrakiler sizi sevecekler" dedim ve mesud pederleri ile üstadları "Karl Berger"i tebrik ederek ayrıldım.
Türk dehâsına ait bu minimini iki şaheser karşısında takdir ve hayretini gizliyemeyen ecnebî misafirlerin arasından geçerken, senelerden beri katılaşan, hararetsiz ve bezgin ruhlarımızda ne kadar tatlı bir gurur ve ne ifâde edilmez bir zafer neş'esi vardı.
Göztepe 17 Nisan-1921
TARIK MÜMTAZ